Menu
DENEMELER

Mahremin Ambivalansı

 

Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem,
Nasıl etsem nasıl yapsam da
Meydanlarda bağırsam
Sokak başlarında sazımı çalsam
Anlatsam şu kiraz mevsiminin
Para kazanmak mevsimi değil
Sevişme vakti olduğunu…

Sait Faik Abasıyanık

 

 

Princess Hijab, Paris (1)

Psikoterapötik açıdan “ambivalans” önem taşıyan bir kavramdır. İki ayrı arzu arasında kalan bireyin çelişkili/ikircikli durumuna gönderme yapar. Birey aynı oranda güçlü iki arzu arasındaki gerilimi deneyimler.

Üsküdar sahilde bir kadına gözüm takılıyor. Bütün beden hatlarını gizlemekten çok belirginleştiren pantolonu, bütün kıvrımlarını gözler önüne seren bluzu, çarpıcı kırmızı renk ruju, son derece özenle çekilmiş sürmesi, belirgin göz makyajı, rengarenk başörtüsü, “fetiş” ayakkabıları, sigarası ve fark edilmek isteyen göz alıcı takılarıyla birini bekliyor. Tırnaklarındaki ojelere dikkat ediyorum. Ayakkabıların uçlarından görünen tırnakları ve ellerindeki ojeler dudaklarının kırmızısına eşlik ediyor. Ben bir kadınım ama ona rağmen “gördüğüm” kadının ne kadar “davetkar” olduğunu sezebiliyorum…Gördüğüm “örtüklük” son derece davetkar, son derece baştan çıkarıcı…karşımda bütün şuhluğu, dişiliği ve davetkarlığıyla “alımlı” bir kadın durmakta…Sevgilisiyle buluşuyor…Erkek kulağındaki küpesi, ayağındaki spor ayakkabısı ve havalı saçlarıyla sevgilisine “kavuşuyor”. Sevgililer sarmaş dolaş Beşiktaş motoruna binerek boğazın sularında gözden kayboluyorlar…

Sultanahmet’te telaşta geçmekte olduğum parkta “gecenin karanlığında” bankta sarmaş dolaş “cilveleşen” bir çiftle göz göze geliyorum. “Tesettürlü” bir kız sevgilisiyle bankta kucak kucağa oturuyor…gençleri rahatsız etmeyeyim diye düşünüyorum. Telaşla oradan uzaklaşıyorum…

Beyoğlu’nda bir cumartesi akşamı…ağzında sigarasıyla tesettürlü bir kız yanındaki kız arkadaşıyla durmuş, yeni tanıştığı bir çocukla hararetli bir sohbete dalıyor…Yüzündeki gösterişli makyajı, topuklu ayakkabıları, bedenini daracık saran giysisiyle son derece çekici görünüyor…karşımda “flörtöz” gencecik bir kız duruyor…

Nişantaşı Citys’de yürüyen merdivenlerdeyim…günün yorgunluğu üzerime çökmüş…birden algılarım açılıyor…leopar desenli başörtüsü, siyah taytı ve leopar desenli tuniğiyle bir kadın yanımdaki yürüyen merdivenlerden aşağıya iniyor…hayretle dönüp bakmaktan kendimi alamıyorum…mekandaki en “şuh” kadının arkasından bakakalıyorum…hayretle…ardından bakakaldığım kadın bütün belirgin hatlarıyla mekandaki en dikkat çekici kadın…

…Ve şehrin her yerinde bedeni gizlemekten çok belirginleştiren giysileriyle, rengarenk, pırıl pırıl başörtüleriyle, son derece “yoğun”, “belirgin” ve “şuh” makyajlarıyla, “fetiş” ayakkabılarıyla dolaşan “tesettürlü” kadınlar görüyorum…

…ve ilginç olan bu kadınların hiçbirinin yalnız olmaması…şehrin her türlü belirgin ve kuytu köşesinde, parklarında, sokaklarında, caddelerinde ve kafelerinde sevgilileriyle el ele, kol kola, diz dize ve dudak dudağa son derece “açık” bir arzuyu deneyimliyorlar…

Ve daha da ilginç olan yanlarında son derece “modern” görünümlü erkeklerin olması…aksesuarları, spor ayakkabıları, hatta uzun saçları, küpeleri, “cool” giysileriyle birer gençlik dergisinden çıkmış gibi görünen bu erkekler tesettürlü kız arkadaşlarına sıkı sıkıya sahip çıkıyorlar…

Benim jenerasyonumdan bir insanın çok ilginç bulduğu bir diğer nokta ise rahatlıkları…görünmemek…saklanmak gibi bir endişeleri yok…hatta görünmek, belirgin olmak, fark edilmek ve ayırt edilmek istiyorlar…bu çerçevede “mahremiyetleri” son derece göz alıcı, son derece baştan çıkarıcı…benim jenerasyonumdan olanlar bilir…sevgililer gizli gizli buluşur…çünkü görünmek istemezler…arzunun gizli deneyimlenmesi gerektiği öğretilmiştir bizim jenerasyonumuza…özellikle “yetişkinlerden” gizlenmelidir arzu…buradaki “yetişkinler” en temelde “ebeveynlerdir”…arzu bizim jenerasyonumuz için korkuyla iç içe geçmiştir…çünkü ödipal anlamda arzunun “kastre” edilmesine yönelik bilinçdışı bir korkuyu da içinde taşır…Bizim jenerasyonumuz bedensel kimliklerini özgürce yaşadığı halde arzuyu “mahrem” olarak deneyimledi…oysa yeni yükselen muhafazakar genç kadınlar bedensel kimliklerinin mahremiyetini çok önemsediği halde arzuyu son derece özgür yaşıyor…

Türk kültürü ironilerle dolu…bazen kendimi Türkiye’de “cinsel devrimi de” muhafazakar genç kadınlar gerçekleştirdi demekten alıkoyamıyorum…

Psikolojide sevdiğim bir diğer kavram: “double bind” kavramıdır. Türkçeye çevrilmesi oldukça zor bir kavram olsa da, bu kavrama “çifte açmaz” demek olasıdır. Bu kavram aslında “ambivalans” yaşayan bireylerin hayatlarındaki duruşlarının, görünümlerinin, verdikleri mesajların, söylemlerinin “çelişkili” yapısına gönderme yapar…Kişi aynı anda “yakınlık ve uzaklığı”, “sevgi ve nefreti”, “bağlılık ve ayrışma arzusunu”, “arzuyu ve korkuyu” yaşayabilir…Birbirinin zıttı iki temel duyguyu, yönelimi aynı anda yaşayan kişi tavrı, duruşu, bakışı ve söylemleriyle çelişkili içsel evreninin bir aynasına dönüşür…

Bugünün İstanbul’unda en muhafazakarından en modernine dek gezdiğim her semtinde -Üsküdar’dan Nişantaşı’na kadar- gördüğüm “muhafazakar” genç kadınlar bana böylesine bir “çifte açmazı” hatırlatıyor…Bedenlerini örten/gizleyen/perdeleyen/saklayan/mahremiyetlerini koruyan “örtüleri” altında ve ardında son derece şuh, davetkar, baştan çıkarıcı ve “dişi” kadınlar yatıyor…Gözlerindeki bakış, rujlarının rengi, makyajları, ayakkabıları, parfümleri, “duruşları”, bedenlerini sarmalayan giysileri bana arzuya dair son derece farklı mesajlar veriyor.

Ben bu duruma “mahremin” ambivalansı diyorum. “Çifte açmaz” mesajlarıyla bu ambivalant (ikircikli) mahremiyet, arzunun çok sert biçimde baskılandığı ve cezalandırıldığı ve korkuyla özdeş olduğu bir kuşaktan gelen birisi olarak bana son derece “ilginç” ve “şaşırtıcı” hatta “ilham verici” geliyor…

Beni şaşırtan yönü bu kadar açık yaşanan arzunun neden böylesine bir “örtüye” ihtiyaç duyduğu çünkü benim gördüğüm genç kadınların örtüleri onları gizlemekten çok ortaya çıkarıyor, saklamaktan çok belirginleştiriyor…örtmekten çok sergiliyor…ve bu örtü bizim jenerasyonumuzda var olduğu biçimiyle “sert/kastre edici bir üst-benin yansıması” değil…bir yalıtma gücü yok…içsel ve dışsal olanı, cinsel anlamda mahrem olan ve kamusal olanı birbirinden ayırmıyor…hatta bu ikisi arasında son derece “oyuncu” ince bir perdeye dönüşüyor…varla yok arası duruşuyla bir göz yanılsaması yaratıyor ve hatta bazen sadece “davetkar” bir aksesuara dönüşüyor…

Merak ettiğim bir diğer konu ise bu kadınları “arzu nesnesi” olarak gören erkeklerin psikolojisi…sıkı sıkıya ellerinden tuttukları, bellerine sarıldıkları, kamusal alanda “arzularını” sergilemekten geri kalmadıkları bu kadınları neden “tercih” ettikleri…arzularını böyle dolu dizgin yaşamayı tercih ettikleri kadınları neden “tesettürlü” kadınlar arasından seçtikleri…

Bütün bu sorular beni Freud’a götürüyor. Freud insan davranışını güdüleyen en temel dürtülerden birinin “cinsellik” olduğunu savunan bir kuramcı. Freud erkeklerin kadınları kutsal kadınlar (anne ve kızkardeş) ve fahişeler olarak iki ayırma eğilimlerinden bahseder. Bir yanda bakire Meryem, diğer yanda şehvetin sembolü olan “fahişeler” vardır. Erkeğin imgeleminde bu iki zıt arketipin “entegre” edilmesinin ne kadar zor olduğunu psikanalitik gözlemler doğrulamaktadır. Bir yanda her türlü cinsel çağrışımdan arındırılmış kutsal/tabu kadınlar vardır. Diğer yanda ise her türlü insani çağrışımdan arındırılmış şehvetin bedenleşmiş hali fahişeler…

Örtünme beden üzerinde bir tahakküm ve kontrol biçimidir ve bence son derece açık olan bu tahakküm erkeğin kadın bedeni ve özünde kadın cinselliği üzerinde kurduğu bir tahakkümdür…Örtünme kadını kutsal, cinselliksiz, saf bir konuma yüceltir…şehveti, arzuyu çağrıştıran beden görünmez kılınmış, kadın kutsallaştırılmıştır…ve bence başka önemli olan bir nokta örtünmesiyle kadın sadece erkeğinin bakışının nesnesi olmayı kabul etmiştir…Diğer erkeklerin bakışlarından yalıtılmayı kabul ederek sadece erkeğinin/efendisinin bakışının “nesnesi” olmaya boyun eğmiştir.

Ben böylesine bir tahakküm edilmeye boyun eğişin kültürümüzdeki erkeğin “büyüklenmeci” yanını “doyurduğuna” inanıyorum. Erkek üzerinde söz sahibi olabildiği, kontrol edebildiği ve sadece ona ait olma “iddiasında” olan bir bedene arzu duyuyor…Buradaki iktidarını, gücünü, hakimiyetini seviyor ve ilginç olan bu arzu oyununda kadın “nesne” olmayı kabul ederek arzunun oluşmasını ve sürekliliğini de garanti altına alıyor…Ayrıca böylesine bir “kutsallaştırma” yaşanan arzuyu “kabul edilebilir” kılıyor…”arzu” “tesettür” kisvesi altında kabul edilebilir, kontrol edilebilir, “masumlaştırılmış” zıttına dönüşüyor…

Her şey zıttıyla beraber vardır…Böylesine kapsamlı bir örtme/saklama/gizleme projesi altta yatan arzunun büyüklüğüyle paraleldir…ki bu arzu artık gizlenmekten çok –çağın ruhuyla da “ironik” bir paralellikle- bize göz kırpmaktan geri kalmıyor.

 

Söylemeliyim

Yok

Yok… meydanlarda

bağırmalıyım,

Bu küçük

Güllerin buram buram tüttüğü

Anadolu şehri kahvesinde

Kiraz mevsiminin

Sevişme vakti olduğunu.

Sait Faik Abasıyanık

 

 

 

Ocak 2012 ©  Mahan Doğrusöz


[1]  Princess Hijab Paris metrolarındaki reklam panolarını “tesettüre” büründüren bir sokak sanatçısıdır. 1988 doğumlu ve kimliğini açıklamayan bir kadın sanatçıdır. Yaptığı “işlerin” politik bir anlam taşımadığını sadece, “sanatsal bir eylem” olduğunu dile getirmektedir.