Menu
SÖYLEŞİLER

Pakize Türkoğlu’yla Köy Enstitülerine Dair!

Mahan Doğrusöz: Pakize Hanım, siz bir köyde doğdunuz ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde okudunuz. Size Cumhuriyet çocuğu olmanın nasıl bir duygu olduğunu sormak istiyorum. Cumhuriyet’in ilk yıllarında çocuk olmak nasıl bir deneyimdi?

Pakize Türkoğlu: Savaştan yeni çıkmış bir Türkiye düşünün. Daha bayındırlaşmamış, yani yollar yeni yapılmaya başlanmış, teknoloji yok. Kırk bin köyün beş bininde okul vardı sadece. Bizim köyde okul yoktu örneğin ama okumanın bir yenilik olduğunu herkes biliyordu. O dönemde millet mektepleri, halk evleri açılmaya başlandı. Millet mekteplerinde eski yazı bilenlere yeni yazı öğretiliyordu. Bu arada hiç yazı bilmeyenlerde yeni yazıyı öğreniyordu. O kadar kolay ki yeni yazı! Köy enstitüsü okullarının açılmasının amacı kırk bin köyün hepsine okul götürmekti. Bütün bunlar bir çağdaşlaşma sürecinin başlangıcı. Çağdaşlığın ipuçları seziliyordu halk tarafından. En azından daha ‘uyanık’ kişiler seziyordu.

Saffet Arıkan

Mahan Doğrusöz: Halk hangi yeniliklerin ipuçlarını sezmeye başlamıştı?

Pakize Türkoğlu: En başta okur-yazarlığa verilen önemi fark etmeye başlıyor halk. Ekonomik boyut da önemli tabii ki. Atatürk, eğitim için köy enstitüleri atılımını başlattığı zaman bir taraftan da ekonomistleri sıkıştırıyor. Saffet Arıkan, Milli Eğitim Bakanı o dönemde. Hatta “Anadolu’ya çıkartma yapıyoruz” diyor basın toplantısında köy enstitüleri için. Ama ekonomistlerde böyle bir atılım yok. O dönemde Tonguç’un bir saptaması var, “Büyük sorunun çözümü için ekonomistlerle eğitimcilerin bir araya gelmeleri gerek” diyor. Zaten Tonguç’un getirdiği yöntem,‘iş eğitimi’ yöntemi de ekonomi bağlamında sadece Türkiye çapında değil, dünya çapında bir yenilik. Bütün bunlar yapılırken de halkın geleneklerine büyük bir saygı var ve bu geleneklerden yararlanılıyor.

Mahan Doğrusöz: “Cumhuriyet’in ilk yıllarında halkın geleneklerini ezme eğilimi yoktu” diyorsunuz…

Pakize Türkoğlu: Halkın geleneklerini ezmek söz konusu değildi. Bir kere Atatürk’ün bakış açısına göre modernleşme demek gelenekleri yok etmek değildi ki. O dönemde, konservatuvarlardan hocalarımız çıkıyor, kendi motiflerimizi armonize ediyorlar. Köy enstitüleriyle, halk evleriyle, yurttan seslerle halkın motifleri, ezgileri, sözleri ortaya çıkıyor ve eğitime giriyor.

Mahan Doğrusöz: Türkiye Cumhuriyeti’ne özgü bir model mi geliştiriliyor?

Pakize Türkoğlu: Cumhuriyet’e özgü bir modernlik oluşmaya başlıyor; halk evleriyle, köy enstitüleriyle ve yurttan seslerle… Osmanlı’da İlmiye sınıfı vardır. Bir tür eğitim kurulu… Onlar bile kara tahtayı kast ederek,“Çin seddini yıkalım, kara tahtaya son verelim” diyorlar. Bu süreçte, Öğretim Birliği Yasası temelden değişiyor ve laik eğitim anlayışı ön plana geçiyor. Altını çizmemiz gereken bir nokta var:  Laik eğitim bir toplumsal uzlaşma eğitimidir. Zenginlerle yoksulların, soylularla köylülerin, dindarlarla dindar olmayanların toplumsal uzlaşması. Bu son derece önemlidir. Batıda da laik eğitim sürecine ulaşmak uzun zamana yayılan savaşlarla mümkün olmuştur. Biliyoruz ki, yüzyıllar süren din savaşlarında soylular ve köylüler birbirlerini ‘boğazlıyorlar’. Halk savaşları oluyor. Batılı akil insanlar bu süreçte bir çözüm bulabilmek için ‘tek okul’ sistemini ortaya atıyorlar. Şu anda bizim yıkmaya çalıştığımız sistem bu. Başbakan diyor ki “Tek okul, tornadan çıkmış adamlar yetiştirecek”. Oysa ‘Tek Okul’ sistemi devrimci bir anlayıştır. Dindarın, dindar olmayanın, soylunun, köylünün, kralın, padişahın herkesin çocuğu aynı okula gitsin anlayışıdır bu. Bizim Cumhuriyet dönemine geldiğimizde kabul ettiğimiz devrimci anlayış budur.

Mahan Doğrusöz: Anladığım kadarıyla, evrensel bir eğitim anlayışı alınıp, bize özgü bir anlayışla sentezleniyor. Bu çok önemli.

Pakize Türkoğlu: Evet, evrensel olan ‘Tek Okul’ anlayışını alıyoruz. Bu sisteme geçtikten sonra batı demokrasisi bunun üzerine filizleniyor. Yani tek okul sistemi olmadan, batı demokrasi sistemi diye bir şey söz konusu olamaz. Daha öncede söylediğim gibi bu bir toplumsal uzlaşmadır. Size bir örnek vereyim. Ben ilkokula gittiğim zaman -kitabımda da vardır bu anım- boynumda altın bir kolye vardı… Annem çıkarmamış. Öğretmen altınımı gördü ve gülümsedi. Babam hemen anladı ve özür dileyerek “Ben dışarıda çıkartırım” dedi. Başöğretmen, “Kalabilir, görünmüyor” dedi ama babam onu dışarıda hemen çıkardı. “Niye çıkarıyorsun?” dediğimde,“Herkesin altını yok, ayıp olur” dedi. Beş yaşında benimde büyük bir yük kalktı sırtımdan çünkü biz köyde ayrıcalıklıydık. Başöğretmen beni kayıt ederken, Evliyazade Şevki kızı Pakize diye kayıt etti. Bana da, “Bak buraya kayıt ettim, sen artık okullu oldun, numaran 61 oldu” dedi. Ama öteki çocuklara ‘Mustafazade’ denmiyor ‘Ahmetzade’ denmiyor. Şimdi ben 2. sınıfa geçtiğim zaman, 1934’te, Soyadı Yasası çıktı. Soyadı Yasası’yla bunlar değişti. ‘zade’nin yerini ‘Yılmaz’ aldı.  Ve yasaklandı ‘zade’ demek, hatta babama memur, “Zade, Tanrı’ya yakın demektir, Evliyazade, evliya soyundan demektir, senin soyadını Tanrıyayakın koyalım” demiş. Babam kızmış, “Atatürk bunu niçin yasakladı? Sen yine bana ayrıcalıklı bir soyadı almamı teklif ediyorsun” diye çıkışmış. Böylece de soyadımız ‘Yılmaz’ olmuş.

Bir şey daha var, o da dindarlık konusu. Osmanlı döneminde üç kanallı bir din eğitimi var, bir taraftan da biliyorsunuz II. Mahmut döneminde başlayan modern eğitim. Meşrutiyet’le birlikte yirmi tane öğretmen okulu açılmış. Aynı dönemde bir de misyoner eğitimler başlıyor, hala da devam ediyor. Bu arada bizim azınlık yurttaşlarımızın eğitimi var, onlar başına buyruk, yani kendileri nasıl isterlerse öyle yapıyorlar. Şimdi böyle olunca üç kanallı bir eğitim oluşuyor Osmanlı’da, üç başlı bir eğitim. Başbakan bunun farkında değil, bugün de eğitim o yöne doğru gidiyor. Şimdi İmam Hatip okulları var, zaten yabancı okullar da var, bir de devlet okulları; işte üç başlı eğitim. Hatta fakültede eğitim tarihiyle ilgili olarak ben öğrencilere bundan bahsetmiştim; bu üç başlı eğitimin yetiştirdiği kafalar -üç ayrı zihniyet- devlet yönetiminde de anlaşamıyorlar. Osmanlı’nın batma nedenlerinden birini kimi tarihçiler buna bağlıyor. Bu üç ayrı zihniyet, iletişim kuramıyor çünkü ortak bir dilleri yok. İşte Öğretim Birliği Yasası ile tek bir Eğitim Bakanlığı oluyor ve aynı Batı’daki gibi tek okul sistemi kuruluyor. Böyle olunca dine hiçbir halel gelmiyor. Dinimiz, insanların gönlündeki güzellik, sevgi, hayranlık olarak gerçek yerini alıyor ve ailelerle, camilere kalıyor din eğitimi. Hatta galiba yirmi kadar İmam Hatip okulu açık bırakılıyor din adamları yetiştirmek için. O zaman bırakılıyor ama illa gelin sizi din adamı yapalım diye değil, isteyen gidiyor. Fakat bunlara pek kimse gitmiyor çünkü modern eğitime hevesleniyor herkes. Bir de zaten o dönemde din adamına gereksinim de yok, din eğitiminden çıktığı için toplumda herkes din adamı zaten. Benim babam, amcam, dedem hepsi din adamıydı. Babam meslek olarak yapmıyordu ama köyde din görevlisi olmasaydı babam ne gerekiyorsa hemen yapardı mecburen. Her köyde böyle kişiler vardı, parasız yapıyorlardı o işi. Gerçekten uhrevi insanlardı onlar, hiçbir çıkar gözetmeden, parasal karşılık beklemeden yaparlardı bu işi. Bu insanların zaten kendilerine ait varlığı da vardı, arazisi var, bahçesi var, camisine gidip ibadetini de yapıyor. Zaten o dönemlerde fazla vaaz da vermiyorlar camilerde. Şehirlerde vaazlar daha çok veriliyor. Öğretim Birliği sayesinde, bu din kanalından boşalan kanal, modern ve bilimsel bilgilerle dolduruluyor. İşte bunu yaparken, o dönem için batı sistemlerinden faydalanılıyor. Fakat, 1930’lu yıllara gelindiği zaman icraatın bir muhasebesi yapılıyor, dökümü yapılıyor. Bu döküm yapılırken görülüyor ki eğitimde ve ekonomide köylere yönelik şeyler yerini bulmamış, az gitmiş. Atatürk son derece üzülüyor, partiyi sıkıştırıyor, sorumluları sıkıştırıyor. Meclis’te konuşmalar yapıyor, 1935’te parti programında büyük ve güzel açılımlar var eğitim ve ekonomiyle ilgili. Ama biz eğitimle ilgili olanları biliyoruz kendi açımızdan. Köy enstitüleri dönemi de işte öyle başlıyor. Gelenek konusuna dönersek, 1930’lu yıllara gelirken köy enstitülerinin yaptığı şeylerden biri de   -ki kimse farkında değil bunun- geleneksel değerlerimizin sağlam ögelerinin eğitimde kullanılmasıdır. Bunlardan birincisi, köy imeceleri konusu, yani imece yönteminin hayata geçirilmesi. İkincisi, halk müziğinin, zeybeğinin ve folklorunun -yani ulusal oyunların- kullanılması. Üçüncüsü de, halk bilgelerinin, yani ustaların içinden en sağlamlarının alınıp, köy enstitülerinde ders verebilir hale getirilmesi. Böylelikle yeniden halka ulaşmanın önü açılmış oluyor. Şimdi benim okuduğum bölümün adı, ‘Köy Ev ve El Sanatları’ydı. Biz yüksek öğretimde ciddi bir eğitim programı aldık. Aslında pedagoji öğrendik. O dönemin iş eğitimi için kapsamlı bir iş eğitimi programı gördük. Bunun üstüne seçtiğimiz branşlar özellikle çok ilginç; hep köy kültürüne yönelik, hep gelenek var onların içinde. Horasan harcı diye bir şey vardır örneğin, geleneksel bir yapı tekniği. Bunu köy enstitülerinde denediler düşünebiliyor musunuz? Köylü ustaların formüllerini aldılar ve köy evlerinin projelerini ödev olarak verdi hocalar. Bizim Sanat Tarihi hocamız, Antalya evlerinin, köy evlerinin veya köyde kullanılan eşyaların yapımıyla ilgili ödevler verirdi, biz de notlar alır, getirirdik okula. Köy enstitülerinin başardığı şeylerden biri de, çağdaş teknikleri, yenilikleri, geleneksel olanlarla harmanlayıp, enstitülere getirmek ve orada evrenselle buluşturup yine halka sunmaktı.

Mahan Doğrusöz: İkinci Cumhuriyetçilerin bazı tezleri var; “Atatürk, ulusu Latin harflerine geçirerek insanları okumaz-yazmaz hale getirdi, tarih ile bağlantılarını kopardı” diyorlar. Ki o dönemlerde, okuduğum kadarıyla halkın okuma- yazma oranı %8’i geçmiyor. Bu durumda zaten okuma-yazma bilen bir halktan bahsetmiyoruz.

Pakize Türkoğlu: İkinci Cumhuriyetçilerin tezine yönelik şunları söyleyeyim.  Diyorlar ki, “Halk cahil yetişiyor artık, eski dönemlerde derin insanlar yetişiyordu”. ‘Derin insan’ dedikleri de, din üzerine felsefe yapan, din felsefesi üzerine konuşan bir azınlık. Eski yazıyla, Arap harfleriyle -bu bilimsel olarak açıklanmış bir şey- okuma-yazma öğrenmek çok zor. Osmanlı’nın kendi adamları diyor ki “Çocuk on beş yaşına gelmiş hala okuyamıyor.” Düşünün yani. Ben size somut bir örnek vereyim;  annemin babası Mersin’e kadı olacakmış, gitmemiş, İçel’e kendi köyüne gelmiş. Medrese hocası, ünlü bir hoca, otuz beş köyün içinde ünlü, o derece yani. Herkes çocuğunu Yusuf Efendi’ye gönderiyor. Annem de gidiyor tabii, onun yaşıtları falan da. “Biz on beş, yirmi yaşına geldik, okuma-yazma öğrenemedik” diyor annem. Kuran öğreniyorlarmış, bir iki tane de molla çıkmış bu eğitimden. “Onlar da aslında öğrenemediler okuma-yazma,” diyor annem, “sadece şanları molla oldu”. Benim annem, babasının dizinin dibinde okula gittiği halde, eski yazıyı kem küm falan diye okumaya çalışırdı. Kuran’ı okuyor tabii, insan ezberleyip okuyor. Önemli olan o kitapta yazılanı okuyup, anlayabilmek, yazabilmek. İşte bu zorluklar nedeniyle okuma yazma yaygınlaşmıyor. Diğer asıl önemli olan etken de, Osmanlı’da, köylü, halk okuma-yazma öğrensin diye bir amacın olmaması. Uzun lafın kısası, İkinci Cumhuriyetçilerin bu sözleri sadece saçmalık. Eğitim demek, herkesin eğitim görebilmesi demektir. Şimdi benim bu kitabım ilk çıktığı zaman, yazı yazdı Amerika’da bulunan birisi. Köy enstitülerini eleştiriyor, “Köy enstitüleri köycülük hareketiydi” falan diyor, sonra o kişi öğretim üyesiymiş, bu ortaya çıktı. Ben o zaman ona cevap vermiştim bir dergide. Dediler ki, “Hocam üniversitede bir toplantı yapmak istiyoruz, gelir misiniz?” Üniversitede bir araya geldik, konuştuk orada.

Mahan Doğrusöz: Neye gönderme yapıyor köycülük derken?

Pakize Türkoğlu: Köycülüğü aslında bizim anladığımız anlamda bilmiyor. Köycülük şudur, bir ara Almanya’da bugün Türkiye’de olduğu gibi şehirlere göç başlayınca korkuyor yöneticiler; tarımda geri kalacağız diye, köye dönüşü veya köyde kalınmasını özendirecek bir politika geliştiriliyor. Halbuki bizde buna hiç gerek yok, nüfusun %80’i köyde zaten. Bu anlamda bu harekete köycülük hareketi denmez ki. Biz bunu söyleyince herkes şaşırdı. Benim arkadaşım da, “Biz eğitim uzmanıyız, ikimiz de bu üniversitenin Eğitim Fakültesi’ndeydik” deyince, öğrenciler bizi alkışladılar hocalarının yanında. Hatta bizim hocamız vardı İbrahim Yasa, o da söylerdi; 1930’da çıkmış bu köycülük akımı, hatta belki daha da önce 1930’lardan… “Biz o dönemde köycülüğün ne olduğunu anladık” diyor. Hemen branş değiştirmişler. Sosyoloji bölümüne geçmiş İbrahim Yasa. Sonraki müdürümüz, Fevzi Ertem, o da eğitime geçmiş köycülük bölümünden. Son derece yanlış bu İkinci Cumhuriyetçilerin tezleri, köycülük benim ortaya koyduğum tarzda bir akımdır anlayacağınız.

Mahan Doğrusöz: Beni en çok rahatsız eden tezlerden bir diğeri de, Atatürk’ün, ilke ve inkılaplarını  topluma benimsetme sürecinde baskı uygulayan bir diktatör gibi sunulması. Sanki o dönemde faşizme yakın bir sistem varmışçasına bir algı yaratılması… Böyle birçok tez var ortada. Köşe yazılarında, kitaplarda, TV’de… Babam 1928, annem 1930 doğumluydu, ben de o kuşakla büyüdüğüm için, o dönemin coşkusunu onlardan çok dinledim. Aslında halk sizin de dediğiniz gibi aydınlanmanın ipuçlarını görüyordu ve bu da halkta inanılmaz bir heyecan ve heves yaratıyordu. ‘Atatürk bir diktatördü, her şey tepeden inme oldu’ görüşü için neler söyleyebilirsiniz? Hatta bazı köşe yazarları daha da ileri giderek; “halka zorla şapka giydirildi, balolara götürüldü, dans ettirildi” diye yazıyor…

Pakize Türkoğlu: Şapka olayıyla ilgili şöyle bir anı geldi aklıma; annemle babam yeni evliler, muhtar gelmiş köydeki evimize. Dedeme, yani babamın üvey babasına fitilli kadife getirmişler, anneme demişler ki “Bize şapka dik”. Annem “Ben şapka dikmeyi bilmiyorum ki, nasıl dikeceğim?” diye sormuş. Köy odasında, elleri yıkamak için bir çeşit kap vardır, gitmiş onu getirmiş muhtar, “İşte aynen böyle olacak” demiş, o kap da gerçekten fötr şapka gibi. Bakmış anam, zaten çocuklara tepelik dikerler, aynı tepelik gibi dikmiş, başa geçecek kısmını yapmış, etrafını da yapmış, böyle ince ince dikince sertleşmiş kenarlar, şapka olmuş. Çok sevinmişler, çok beğenmişler,“Alanya’daki Azakoğlu şapkasından daha güzel oldu” demişler. O da Türkiye’nin en zengin adamı. Öbür köylerden kumaş getirmişler, bizim köyden başkaları kumaşlar getirmiş, annem şapkalar dikmiş.  Yani demem o ki, hoşlarına gidiyor, yenilik bu. Zaten onlar fes de giymiyorlar, köylüler daha önceleri bir şeyler sarıyorlar kafalarına, şehirliler fes giyiyor. Hatta erkeklerin şapka takmasını bir tarafa bırakın, kadınlar bile “Peçeyi ve çarşafı atın” denildiğinde, hiç itiraz etmediler, ben o dönemin çocuğuyum. Hevesleniyor kadınlar da. Sonra kadınlar Arap modeli şarpa (eşarp) kullanıyordu. Ben şunu çok iyi hatırlıyorum; bize kurdele takarlardı, saçımız kesilmiş veya örülmüş olurdu. Anneler, “Biz de keşke çocuk olsaydık, okula gitseydik de, sizin gibi olabilseydik’ derlerdi. Hatta Hulusigillerden bir kadın vardı Alanya’da; “Tanrım keşke ben de şu çocuklar gibi olsaydım da, saçım açık okula gitseydim” derdi hep.

Mahan Doğrusöz: İleri yaştaki kadınlar saçı açık olanlara mı özeniyorlardı?

Pakize Türkoğlu: Tabii, özeniyorlardı. Çünkü zaten halkımız da cennet-cehennem meselesini sadece başörtüsüyle açıklamıyordu. Bunu kitabımda da yazmıştım. Köylü kadınların şu kadarcık yerleri kapalı olur, başka yerleri falan hep açık olur. Zülüfleri, kakülleri falan… İş kadınları çünkü onlar, çalışıyorlar. Erkeklerle bir arada çalışırken saçını arkaya doğru bağlar, bugünün türbanlıları gibi duramaz, çünkü terler. Yani, düşünebiliyor musunuz bu türbanlı hanımlar çapa yapıyorlar, ne yapacaklar? Öyle çapa yapılabilir mi acaba diye Başbakan’a sormak lazım. Emine Hanım gibi olup da çapa yapılabilir mi?

Mahan Doğrusöz: O anlamda aslında “Türban geleneksel bir baş örtme şekli değil” diyorsunuz?

Pakize Türkoğlu:  Değil tabii ki. Bizim Antalya’nın iklimi sıcak olduğu için, baş bağlama şekli arkaya doğrudur. Hatta türkülerde bile var bu. ‘Söğüdün güzelleri’ diye türkü var; “Ne güzel baş bağlamış söğüdün güzelleri…” Herhalde türban için demiyor ne güzel baş bağlamış diye. Sonra, ‘Çubuk Veli’ türküsü var; “Çekemedim akça kızın göçünü, bırak dövsün sırma saçlar döşünü…” Yani saçı görünüyor.

Mahan Doğrusöz: Döş nedir?

Pakize Türkoğlu: Döş, arkası, basenleri, kalçası demek. Yani saçları kalçasına kadar iniyor, görünüyor belikleri, örgüleri. En geleneksel dönemde de öyle.

Mahan Doğrusöz: Söylediklerinizden anladığım İkinci Cumhuriyetçilerin bugünkü tezleri tamamen bir kurgu. Geçmişin gerçekleriyle, hissiyatıyla bir alakası yok. Onlar, bugünden bakarak geçmişi “kendilerince” yorumluyorlar.

Pakize Türkoğlu: Kesinlikle…Sonra bakın, bir Atatürk biyografisi var, Alman, sosyalist bir yazarın, hatta doğu Berlin’li sanırım yazar. Öyle bir Atatürk biyografisi yazmış ki, mutlaka okumalısınız. O kadar güzel anlatıyor ki Atatürk’ü. ‘Mustafa Kemal ve Yeni Çağdaş Türkiye’ kitabın adı. “Mustafa Kemal, toplumsal ilerlemede kadın ve erkeğin aynı hak ve görevlere sahip olacağı bir toplum yaşamını, yeni düzenin ön koşulu olarak gördüğü için, önce eğitime el attı” diyor. Yani, “Kadın ve erkeğin birlikte eğitim görmesi için eğitime el attı,” diyor ve “kadının önüne set çeken bütün tabuları yıktı” diye devam ediyor. İkinci Cumhuriyetçilerden Adalet Ağaoğlu da “Ne vardı kadın başörtülü kalsaydı?” diyor. Şimdi şunu anlamıyorum, başörtülü kalmak demek, geri kalmak demektir. Hiç kimsenin hakkı yok aslında insanların geri kalmasına neden olmaya. Kadınların bir kısmı tabii ki dinsel anlamda örtüyorlar başlarını ama onların anaları babaları onları öyle yetiştirdiği için öyle yapıyorlar. Benim annem ve babam çok iyi din adamı oldukları halde, beni, bizi öyle yetiştirmediler. Her şey aileden geliyor yani. Zannediyorlar ki başörtüsü takmak özgürlüktür. Nazlı Ilıcak ve ünlü başka kadınlar da çıkıyorlar TV’ye utanmadan bunu böyle yansıtıyorlar. Bir de kendileri Dame de Sion’da okumuşlar, güya modern kadınlar. Halkı nasıl bu kadar hafife alıyorlar anlamıyorum.

Hasanoğlan Köy Enstitüsü, Ders çalışan öğrenciler, 1948

Mahan Doğrusöz: Laik eğitimden bahsederken “Zengin, fakir, soylu ve köylü için bir uzlaşma alanıdır” dediniz, burada laik eğitim aslında kadın ve erkeği de eşit olarak görüyor diyebilir miyiz?

Pakize Türkoğlu: Tabii ki. Atatürk’ün en büyük katkısıdır bu. Atatürk daha Osmanlı zamanında, daha hiç böyle sorunlar yokken kafasına koyuyor bu konuları. Atatürk sıradan bir insan değil. Geldi mi dünyaya Atatürk gibi birisi yakın zamanda? Atatürk’ün dahi olduğunu söyleyebiliriz. Atatürk, Bulgaristan’a ateşe olarak gittiği zaman –ki Bulgaristan hala bir krallık o dönemde- bir kıyafet balosuna katılıyor. O baloya eğlenmek isteyen iki köylü de geliyor, polis onları dışarı çıkarmak istiyor. “Çıkın, sizin burada ne işiniz var, kıyafetiniz uygun değil” diyor. Bulgar köylüsü diyor ki “Hayır çıkmıyoruz, savaşta silahı kuşanan biziz, barışta sabanı kullanan biziz, burada oturmak, eğlenmek en çok bizim hakkımız”. Atatürk bunu duyuyor orada ve “Günün birinde elime fırsat geçerse, bizim köylülerimizi de böyle bilinçli yetiştirmek için elimden geleni yapacağım” diyor. Kendisi savaş zamanlarında dahi halkı sürekli gözlemliyor; I. Dünya Savaşı’nda Trablusgarp’ta, Yemen’de, cepheden cepheye koşarken askerlerin nasıl canla başla savaştığını, öldüğünü, yaralandığını gördüğünde üzülüyor tabii ve ‘Bu askerler iyi bir eğitimden geçtikten sonra neler yapabilirlerdi’ diye düşünüyor. Yani O, böylesine bir içtenlikle doluydu vatanına karşı. Ve Kurtuluş Savaşı sırasında, daha savaş bitmeden cephedeyken Atatürk, yabancı gazeteciler kendisine soruyorlar, “Bundan sonraki önceliğiniz ne olacak?” diye. O, hiç düşünmeden “Bundan sonraki önceliğim, halka iyi eğitim olanağı sunmak olacak” diyor. Hep bu eğitim olayı vardı Atatürk’ün aklında. Daha savaş sırasında bile var. Eğitim Kongresi toplanıyor savaş yıllarında, Ankara’ya geliyor öğretmenlerle konuşuyor, “Çocuklarımızı, ekonomiyi kalkındıracak yeteneklerle donatmamız lazım’ diyor. Düşünün, daha savaş bitmemiş, kazanılmamış.

Mahan Doğrusöz: Aynı zamanda tam da bir vizyoner Atatürk…

Pakize Türkoğlu: Tabii ki öyle. Hangi diktatörlükten bahsediliyor? Savaş sonrası gerçekleştirilenleri değerlendirmek siyaset bilimcilerin işidir. Sosyal bilimciler eğitimi, ekonomiyi konuşsun. Can Dündar film yaptı da adını ‘Mustafa’ koydu ya, şimdi bizim köylüler Ata’ya ‘Kemal’ derlerdi, İsmet Paşa’ya da ‘İsmet’ derlerdi. Ama ‘Mustafa’ koymamalıydı o filmin adını Can Dündar bana göre çünkü köylü mantığıyla bakınca, ‘Mustafa’ asla demez halkımız. “Kemal” diyorlardı O’na. Mustafa sıradan bir ad oluyor Kemal’in yanında, bunu Can Dündar fark edemedi.

Mahan Doğrusöz: “Kemal” demeleri de ilginç, Ata’yı kendilerine yakın gördüklerini mi gösteriyor?

Pakize Türkoğlu: Evet, yakın görüyorlar. Can Dündar’ın filme koyduğu bu isim, o kadar eleştirilecek bir şey değil de, ‘Mustafa’ ismi bir etki yaratmıyor halkın, izleyicinin üzerinde. “Kemal’in elbet bir bildiği vardır.” Bunu babam bile söylerdi. Şimdi bakın şu sarık konusunda bir şey hatırladım; bizim köyde bir Ahmet Çavuş vardı, ben çocukken. Şapka Devrimi gerçekleştiğinde herhalde seksen yaşında filandı. Sarık sararmış başına Ahmet Çavuş. Trakya’da savaşmış ve kendini Mustafa Kemal’e yakın buluyor. ‘Kemal’ sözünü bizim köyde ilk o kullanmış. Demişler ki “Sarığı çıkaracaksın, şapka giyeceksin”, “Sarığımı çıkarırım, şapka giyerim, elbet Kemal’in bir bildiği vardır” cevabını vermiş.

Mahan Doğrusöz: Yani aslında o dönemde çok büyük bir sevgi ve saygı da var Atatürk’e yönelik…

Pakize Türkoğlu: Elbette. Memleketi kurtarmış bir efsane, kim O’nu sevmez, saymaz ki? Olmaz yani. Bugün Tayyip Bey’e bile ne kadar sempati duyuyorlar, hiçbir şey kurtarmadığı halde. Bizim insanlarımız böyledir, vefalıdır… Köyde yaşlı kadınlar ‘Kemal’in askerleri’ derlerdi, O’nun adını çok kullanırlardı.

Mahan Doğrusöz: İkinci Cumhuriyetçilerin tezlerinden başka biri de, Cumhuriyet elitleri konusu… Cumhuriyetin öncü kuşaklarını “sırça fanuslarda” klasik müzik ve balolarıyla yaşamış, halktan kopuk elitler olarak gösterme eğilimi söz konusu bugün. Bense tamamen gerçeği yansıtmak ve çarpıtılan gerçekleri ortaya çıkarmak istiyorum.

Pakize Türkoğlu: Başka türlüsü de olamaz zaten. İsmail Hakkı Tonguç’un bir sözü var, “Cumhuriyet, yeni insanlarını bir an evvel yetiştirmeli,” diyor ve ekliyor  “aksi takdirde köşelere sinmiş olan karşı devrimciler hemen ortaya çıkarlar”. Nitekim de öyle oldu. Köy enstitülerinin bir amacı da, bu bahsi mevzu edilen yeni insanı hemen yetiştirmekti. Elit dedikleri insan, yani okumuş insan azdı zaten. Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e geçildiği zaman, yeni rejimi kuracak bürokratların sayısı çok değildi, bu insanlardan kimileri de ihanet edecek konumdaydılar. Rus Devrimi’ni yapanlar da aynı durumdaydılar, başka devrimlerde de bu böyledir. İnsan malzemesi belliydi, Atatürk’ün düşüncelerini yaymak için bu ekibe katılacak yetişmiş çok insan yoktu. İkinci Cumhuriyetçilerin bu görüşüne de katılmıyorum ben. Aslında elitist gelenek Osmanlı’da vardı…Osmanlı döneminde, benim babam okuyacağım diye bütün varlığını satmış, sata sata ancak Rüştiye’de okuyabilmiş. Çok zor yani fakir halkın okuması. Okuyanlar yalnızca İstanbul’dakiler. Ferman çıkarmış II.Mahmut, “Herkes ilköğretime gidecek” diye; yani padişah ‘herkes laik, modern eğitimden geçecek’ diye ferman veriyor. Fakat bu, İstanbul’dan ileri gitmiyor. II. Mahmut’tan sonra, Meşrutiyet döneminde, Tanzimat döneminde, 1885’lerden 1900’lere gelindiği zaman öğretmen okulları açılıyor.

Mahan Doğrusöz: İkinci Cumhuriyetçilerin başka bir tezini daha sorgulamak istiyorum; Atatürk’ün ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sözü günümüzde ırkçılığın ifadesi olarak yorumlanıyor. İkinci Cumhuriyetçilerde böyle bir algı var…

Pakize Türkoğlu:. Şimdi bakın ben gene çocukluğumdan örnekler vereyim. O zamanlarda köylülere ‘kokar Türkler’ diyorlar. Kimler söylüyor bunu? Sanıyorum bunu biraz da azınlıklar söylüyor, Ermeniler, Rumlar söylüyor. Aşağılanıyor Türkler yani, onlar azınlık oldukları halde, Türkler aşağılanıyor. Şimdi köylüler özellikle balın en iyisini, en hasını getiriyorlar şehirlere, yaban balı. Ama şehirde onlara yine de ‘kokar Türkler’ diyorlar. Ben ilkokula giderken benim okumam için şehre göçtü ailemiz. Şehir dediğim nahiyeye. Bir gün evde oturuyoruz, oranın kadınları geldi, orası da bir köy aslında bizim köy bayır köyü, oranın güzel meyveleri bahçeleri var. Şimdi konuşurken çok iyi hatırlıyorum o nahiyenin kadınlarından birisi -memur karısıydı belki de- “Bize bir hanım yağ getiriyor, çok pis” dedi ve ekledi “Kadının kendisi pis.” Annem de, “Gene iyi ki yağı temiz” dedi. Diğer kadın, “O yağın içinden kıl falan çıkar, bit bile, pire bile çıkar, biz her yerden yağ almayız. Kendi satıcılarımız var” dedi. Bizim evin öbür tarafında oturan komşumuz, -ki kendisi hem köylü, hem de Türk- “Ne olacak kokar Türkler” dedi. Annem, “Sen bunu nasıl söylersin, sen kendin köylü değil misin?” diye parladı. Sonra babam geldi -babam hep dışarıda olurdu, Alanya’da memurdu- babama şikayet etti annem, “O kadını mahkemeye vereceğim, köylüler kokar diyor” dedi. Babam çok uzlaşmacıdır, “Hiç olur mu öyle şey, gencecik kadın, kocası da işçi, bir yerde çalışıyor” dedi. Yani kadın gayet rahat “Köylüler kokar, onların kabuklu cevizleri bile yenmez”  deyiverdi anneme. Oysa her gün bizden ceviz istiyordu, biz çok varlıklıydık -yani onlara göre varlıklıydık- annem ondan kızdı zaten. Sonra babam beni de yanına aldı, arka taraftan dolandı, onların evine gittik. Bizim kapımız bu taraf, onların kapısı diğer taraf, yani hiç birbirimizi görmüyoruz ama bitişik nizam oturuyoruz. Köşede Sultan Teyze oturuyor hemen, işte annemin bağırdığı o kadın da onların gelini. “Dayıcığım, dayıcığım” diye diye etrafında dolaşıyor babamın. Sultan Teyze’yle babam konuşuyor, Sultan Teyze puro içiyor. Babam ona bizim köyden tütün götürüyor. İşte bu konuyu konuşuyorlar, babam “İşte böyle söylemiş o hanım, o hanım sinirli biraz,  Nesibe de öyle söyleyerek tabii ayıp etmiş” dedi. Sultan Teyze, “Şevki Efendi, ‘kokar Türkler’ diye diye bizi çok aşağıladılar” diye cevap verdi. Bakın şimdi Atatürk ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ sözüyle bu aşağılamalara karşılık veriyor. ‘Kokar Türkler’ lafı bu aşağılamalardan sadece bir tanesi, şu Türkler bu Türkler diye daha neler vardı, Türkleri aşağılamak için. O insanlar içinde Kürtler var, Çerkezler var, Rumlar, Ermeniler var, toplumuz hiç kimse bunu reddetmiyor ama bir de nüfus çoğunluğunun Türklerde olduğunu unutmamak gerek. Irkçılık falan yok Atatürk’ün sözünde, Türklüğü aşağılayanlara bir cevap var.

Antalya Aksu Köy Enstitüsü Öğrencileri, 1945

Mahan Doğrusöz: Köy enstitülerine dönersek, köy enstitülerinin kuruluş felsefesinde, köylünün özgüvenini inşa etmek de var diyebilir miyiz?

Pakize Türkoğlu: Şimdi köy enstitülerinin kuruluş felsefesinde bu var ama böyle şehirli, edilgen tipler yetiştirmemek için de özen gösteriliyor. Zaten çalışma biçimi olarak iş eğitimi alındığı için, yaparak öğreniliyor. Okuma olayı var orada, kitap okumaktan bahsediyorum. Biz eğitim görürken, daha birinci sınıfta klasikleri okumaya başladık. Okuma alışkanlığı kazanmak dünya kültürü edinme açısından birikim sağlıyor. Ama köylülükten kurtulmak kolay değil tabii. Köylülük çok kalıplaşmış, katılaşmış bir şey. Okuma yoluyla, kültürümüzü arttırma yoluyla değişiyoruz, yeni bir tip insan ortaya çıkıyor. Ama köylülüğümüz de kaybolmuyor. Bu, belki de Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu bir insan tipi.

Mahan Doğrusöz: Köylülüğü nasıl tanımlıyorsunuz?

Pakize Türkoğlu: Benim yeni çıkacak olan kitabımda bir yazı var; bu kitabım bir araştırma niteliğinde bir kitap. Bu arada anılarım da var bahsettiğim. Kitabın düzeltmelerini yaparken farkına vardım, karşı çıkmak, hakkını aramak konularıyla ilgili; biçimi yanlış tabii köylerde bunun. Ben de onu yapmışım okul çağımda ve yazmışım da. Yeniden okuyunca gördüm. Arkadaşlarla iş yapıyorduk, “Köyden indim şehre” filan gibi bir şey söylediler. Ben köylüyüm, o arkadaşlarım kasabadan gelmişler ama onlar daha yoksul aile kızları. Ben köylüyüm ama varlıklı ailem. Bir de Alanya’da ilkokul okudum. Uyanık bir kızım yani. “Köyden indim şehre” dediler beni kast ederek. Orada bir de erkek çocuk vardı, o anladı beni kast ettiklerini bu kızların. İşimi yaptım, bitirdim falan, onlar daha bitirmemişti. Yer temizliyorlardı, kızmıştım ben onlara ve üstlerine kovadaki suyu fırlattım.

Mahan Doğrusöz: Kaç yaşındasınız bu arada?

Pakize Türkoğlu: On bir, on iki yaşlarındayım, köy enstitülerine yeni geldiğimiz zaman. Pis su, kızların hep üstüne başına döküldü, ben çıktım, elimi yüzümü yıkadım, etüt odasına gittim. Bunlar temizlenip, eğitim başına gidip beni şikayet etmişler. O da beni çağırdı. “Efendim isterseniz bunu Hasan’a sorun” dedim. Hasan da anlattı olanları. Eğitim başı, “Bu okulun adı ne?” diye sordu kızlara, “köy enstitüsü” diye devam etti. “Köy enstitüsündeki bir insanın, ‘köyden indim şehre’, demesi de komik oluyor. Köy kızları bulamadıkları için sizi almışlar bu enstitüye ama isterseniz gidebilirsiniz” dedi. Sonra kızlar ağladılar filan neyse onları gönderdi. Bana “Sen kal” dedi ve ekledi, “senin yaptığın da tam bir köylülük. Olmaz öyle, sorunlar böyle çözülmez” dedi. Eleştiri günlerimiz daha yeni başlamıştı, “İstersen orada çıkarsın ve dersin ki bu arkadaş bana bunu söyledi ve hakkını ararsın. Böyle hak aranmaz ve kendin düşünüp, ceza veremezsin” şeklinde uyarıda bulundu.

Mahan Doğrusöz: Çok demokratik bir yapı varmış köy enstitülerinde…

Pakize Türkoğlu: Tabii. Eleştiri günlerimiz vardı. Aslında işleri iyi yapmamız için yapılan bir düzenlemeydi. Bu hafta bunu yaptık, şunu yaptık diye anlatırdık. Bütün başkanlar ve öğrenci yönetimi orada olmazsa, eleştiri günü de olmazdı. Herkes işlere ve faaliyetlere katılır, hafta boyu yaptıklarımız ve derslerin nasıl geçtiği konuşulurdu. “Gelecek hafta şunları yapacağız” diye konuşurken herkes söz alıyor, şunun için söz alıyor çünkü işin bir tarafında, o dersin bir tarafında o da var. Öğretmenleri de konuşabiliyoruz, müdürü de konuşabiliyoruz ama öyle saygısız biçimde değil yani. İş için konuşuyoruz çünkü. Bu konuşmalarda çok iyi sonuçlar alınıyordu. Çünkü bir oto kontrol, toplumsal bir kontrol oluşuyordu, herkes kendini o topluma karşı sorumlu hissediyordu. O topluluğa karşı kendini sorumlu hissetmek, o kadar güzel bir şey ki! Şimdi mesela bizim yöneticilerimiz bile topluma karşı kendisini sorumlu hissetmiyor, hissetse böyle olur mu? Bu toplantılar demokratik bir ortam yaratıyordu, demokrasi kültürü yaratıyordu. Hatta öğrencilere not verilir ya, bizde not sistemi çok farklıydı. Gözlem defterleri vardı, öğretmen oraya yazardı; bir, iki, üç diye not verilmezdi. “Başarılıdır, çok iyi çalıştı” diye not düşerdi gözlem defterine. Eğer başarılı değilse, yazmıyordu hiçbir şey oraya, kötü bir şey yazılmıyordu, “Bu hafta başarılı olamadın, öbür hafta yazacağım” diyordu.

Mahan Doğrusöz: Yapıcı ve teşvik edici bir sistemden söz ediyorsunuz?

Pakize Türkoğlu: Evet. Bu da demokratik bir şeydir. Şimdi çocuğun biri kalkıyor, “Ben bu hafta, bunu yaptım” diyor. Öğretmen “A, öyle mi?” diyor, yani öğrencinin açıklamasını dikkate alıyor, her şey açıkça konuşuluyor ama hiç kavgasız dövüşsüz… Eleştiri günleri çok olumlu, çok güzel bir şeydi. Ama bugünkü üniversitelerde bu uygulanamaz, olamaz. Çünkü böyle olması için öğrencilerin de işe katılması, yönetime katılması, işin bir ucundan tutması lazım. Sonra günümüz üniversitelerindeki hak arama ya da söz sahibi olma ya da tüm öğrenciler adına bir kişinin söz söylemesi gibi bir olay değildi bu. Hak bize zaten veriliyordu. Hakkımızı yeseler arardık tabii ama hak arama diye bir şey yoktu çünkü hakkımız elimizdeydi zaten.

Mahan Doğrusöz: Herkes birbirine karşı sorumlu hissediyordu kendini…

Pakize Türkoğlu:  Tabii ki. Şimdi mesela bir şey yetişmiyor ya da bir şey eksik veriliyor, müdür bize açıklama yapardı; “Bakanlıktan gelmedi, şöyle oldu, böyle oldu” diye. Biz de bunu anlardık ve anlayış gösterirdik. İlla da şunu yapın demezdik. Sorunlara da, çözümlere de, verime de ortak oluyorduk. Aynı zamanda katkı alıyorduk, yani üretici bir eğitim modeliydi bu. Mesela çevre gezileri yapardık, genel gezi harcırahı zaten başımızdaki yöneticide olurdu, bir de bize ayrıca harçlık verirlerdi. Bütün bunlar demokratik bir okul sisteminde olur.

Mahan Doğrusöz: Anladığım kadarıyla köy enstitülerinin eğitim anlayışında hiyerarşik bir yapı yok, herkes kendini birbirine karşı sorumlu hissediyor, insanlar yaparak-uygulayarak öğreniyor ve sorun oluştuğunda da çözüm üretmeleri bekleniyor. Yani öğrenciler pasif değiller, aktif olarak eğitimin içindeler… Başka uygulamalar da var mı köy enstitülerinden bugünkü okullara örnek model olabilecek?

Pakize Türkoğlu: Köy enstitülerinin getirdiği en önemli yenilik, üretici eğitim yönteminin uygulanmış olmasıdır. Hatta bu sadece Türkiye için değil, dünya çapında büyük bir yenilik eğitim bilimi açısından. O güne kadar dünyada hiç denenmemiş bir yenilik. Şimdi dünyada eğitim dediğimiz zaman, batı endüstri toplumlarının bugün de dün de yapmakta oldukları eğitim modelini kast ediyoruz. Yaparak öğrenme deniyor buna da ama şimdi masa başında, sıralarda siz de o eğitimden geçtiniz. Bu, aslında malzeme tüketerek bir şey üretmek, objeler yapmak. Saffet Arıkan, İsmail Hakkı Tonguç’u getirdiği zaman, otuz beş bin köyde okul yok, “Sen bunu halledeceksin” diyor Tonguç’a. O da “Ben devlet miyim, ben nasıl yapabilirim, halledebilirim?” diye soruyor. “Kaldı ki devlet bile olsam, bugünkü tüketici yöntemle eğitimde düze çıkılmaz” diyor. Arıkan, yaratıcı bir çözüm bulması için Tonguç’u Avrupa’ya gönderiyor. Tonguç, orada incelemelerde bulunuyor ama zaten birikimi var ve 1925’te yazmaya başlıyor. 1932’de çıkardığı bir kitabı var, ‘Mesleki Eğitim’ diye.  O kitapta bu üretici eğitim modelinin ipuçları var. Tonguç, ilk kez orada “Yöntem değiştirerek olabilir bu” diyor ama bu, masa başında obje üreterek uygulanan rahat bir eğitim modeli değil. “Eğitim, gerçek hayatın işleri içinde, gerçek araçlarla iş yaparken de mümkün olabilir” sonucuna varıyor. Yani şimdi kibrit çöplerinden bir ev yaparak mimarlıkta araştırmalar yaptırılıyor, diyelim ki bu hala yapılıyor. Oysa bina yapmak ne demek? Tuğlalardan duvar yapıyorlar inşaat usta okullarında, teknik okullarda duvarı yıkıyorlar, öğrenciler de aynı tuğlalardan duvarı yeniden yapıyor. Tonguç, “Madem duvar böyle yapılıyor, onu yapmayı öğrenirken, ev yapılsın, okul yapılsın o zaman” diyor. Tabii bu o zaman mecburiyetten de oluyor biraz. Eğer bugün de bu yöntem uygulanacaksa, illa ki okul yapacak değil bu çocuklar. Örneğin dikiş dikmek bunun çok güzel bir örneği; kız enstitülerinde -ki o dönemin çok güzel, hayranlık yaratan okulları bu okullar- bir amaç da nitelikli ev kadınları yetiştirmek, yani bürokratlar için ev kadınları yetiştirmek. Bürokrat eşi yetiştirme de diyebiliriz buna. Bu kızlar el bezlerine yaptıkları şeylerden kendilerine bir entari dikiyor, şapka yapıyor, çok güzel çiçekler yapıyorlar, incecik şeyler… Biz köy enstitülerine gittiğimiz zaman, altı tane makine vardı, biz de altı kızdık. Bir kadın usta ve sonra kadın öğretmen geldi dikiş için, önce ayaklarımızı çevirmeyi öğrendik, bir günde öğreniliyor zaten. Hemen yastıkları biçti usta, biz de yastıkların kenarlarını diktik. Eğer hemen dikemiyorsan, teyelleyip dikiyorsun çarşafın kenarını, nevresim kenarını. Hiç ağır iş yok, iplerini falan kolayca öğrendik. Bütün takım çarşaflarını diktik. Sonra makinede nakış öğretmeye başladı usta bize. Okulun misafir yastıklarını yaptık, derken bir taraftan da tezgahta ip dokunuyordu, onu da öyle öğrendik. Tezgahta bez üretiyoruz. II. Dünya Savaşı zamanı, hiçbir yerde bez yok. O diktiğimiz alaca kumaşlardan, frak gömleği dikmeyi bile öğrendik. Ama biz hem dikiş öğreniyoruz, hem de üretiyoruz. Bu büyük bir şeydi.

Hasanoğlan Açıkhava Tiyatrosunun İnşaası

Mahan Doğrusöz: Büyük bir özgüven de getiriyor olmalı…

Pakize Türkoğlu: Tabii ki, bunun içinde birçok detay var eğitimsel, pedagojik açıdan.

Mahan Doğrusöz: Şimdiki gençler ve çocuklar olgunlaşmıyor farkında mısınız, hep çocuk kalıyorlar?

Pakize Türkoğlu: Evet öyle. Az önce bahsettiğim eğitim uygulamalarıysa bilakis olgunlaştırıyor insanı. Bir de tabii okul formatı olduğu için sistemli bir çalışma tarzı var; birimiz başkan oluyoruz, birimiz nöbetçi oluyoruz, birimiz makasçı filan. Tabii ki olgunlaşıyor insan böyle bir ekip çalışmasıyla. Erkek öğrenciler de uygulamalar sonucunda binalar yaptılar.

Mahan Doğrusöz: Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla, dikiş dersinde erkeklerde varmış…

Pakize Türkoğlu: Tabii ki erkekler de var. Erkekler atölyede de var, dokumada da var ama kızlar zorunlu olarak aldı o dersleri, erkeklerden de isteyenler geldi. Köyünde dikiş veya dokuma üzerine atölye kurmak isteyenler geldi.

Mahan Doğrusöz: “Dokuma dersi erkekler için seçmeliydi, köylerine döndüklerinde atölye kurmak isteyenler içindi” dediniz…

Pakize Türkoğlu: Erkek öğrenciler için marangozluk, demircilik öğreten dersler vardı. Ama mesela bir arkadaşımız vardı, Şevket adında, o, “Ben dokuma dersine de geleceğim” dedi ve geldi. Köyde dokumacılık yapmak istiyormuş. Köy enstitüsünün özelliklerinden bir tanesi de çocuğa gideceği yere göre eğitim sağlamasıydı; yani ne isterse yapabiliyor her çocuk.

Mahan Doğrusöz: Köyüne döndüğünde ne yapmak istiyorsa neye ihtiyaç varsa onunla ilgili eğitim alabiliyor?

Pakize Türkoğlu: Evet. Bir de beden eğitimi, kişisel gelişim gibi konular da vardı eğitim bakımından. Enstitüye yeni geldiğimiz zamanlar, dokuma-dikiş derslerinin yanı sıra bir de mandolin dersi açıldı; hemen bir ay  içinde! Sonra da bisiklet, motosiklet dersleri. Direksiyon dersi aldım ben Hasanoğlan’da, hiç kadın şoför yoktu Türkiye’de daha. On yedi yaşında falandım, yükseköğrenim öğrencisiyken köy enstitüsünü bitirdim. Sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne gittim. Biz kızları zorla toplarlardı, okulun şoför arabaları vardı, eğitim başımız bizi zorla gönderirdi. Kaçardık, köylü kızıyız ne de olsa, bir de araba kullanan kadın görmemişiz. “Kimse kullanmıyor efendim” derdik eğitim başına. O da “Siz taksi kullanmak için öğrenmiyorsunuz, traktör kullanacaksınız, köyde şu olacak bu olacak, müfettiş olacaksınız, kendi arabanızla gideceksiniz köye, jip vereceğiz size” dedi. Bu olay 1945’de oluyor, düşünün…

Şimdi düşünebiliyor musunuz, bir öğrencisiniz, on bir yaşında ve böyle dersler var okulda… Bir de bugünkü okulu düşünün… Bisiklet, motosiklet, mandolin, okuma, dikiş, dokuma; bir çocuk için bunlar ne kadar büyük etkinlikler değil mi?

Anlatacaklarıma geri dönecek olursam, bir süre sonra ben başkan oldum enstitüde. Benim özel oluşumdan değil, büyük sınıf olduğumuz için seçtiler beni başkan olarak. Büyük sınıfların da sayısı azdı henüz. İlk başkanlardan birisi bendim, kızlar başkanı diye. Başkan olduğum zaman, sizin söylediğiniz durumu şöyle yaşadım; on beş yaşındaydım dördüncü sınıfta başkan oldum. Sabahleyin yarım saat, bir saat erken kalkıyorum, akşam geç yatıyorum, bu beni o kadar güzel yapıyor ki, yani hiç zorlanmıyorum. Gençlikte insanın uykusu gelir falan, yok böyle bir şey kendimi büyümüş hissediyorum. Dünyanın en güzel şeyi sorumluluk almak.  Bir depomuz vardı, her enstitüde benzer şeyler vardır savaş yılları olduğu için tutumluluk ön plandaydı. İşte o depoda diktiğimiz şeyler, dokuduğumuz şeyler duruyordu. Yani orada özel döner sermayemiz var. Döner sermaye kurallarına göre, onların elden çıkması,  çocuklara dağıtılması veya satılması gerekiyor. II. Dünya Savaşı’nın kıtlıkları içinde zor durumda kalmamak için biraz stok yapıyorlardı galiba. Deponun raflarında ayakkabılar elbiseler duruyordu ve oranın anahtarı da, sorumluluğu da bendeydi. On dört, on beş yaşındayım, istediğim kişiye oradan elbise verebiliyorum düşünün… Ama tabii onun da kuralları var, müdürde de anahtar var. Bir de buradaki eşyalar, gerçek depodan yani resmi depodan çıkmış. Grup öğretmeni, küme öğretmeni diyor ki, “Bizim kümenin elbise alma ayı geldi, hepsini alalım”  ya da “hepsini istemiyorum, şu şu çocuklar için istiyorum” –çünkü çok fazla dolapları da yok bütün eşyaları koymak için- ve alıyor gereken eşyaları. Ben bazen bahçede bir çocuk görüyorum, ayakkabısı eskimiş, onu alıp götürüyorum başka ayakkabı veriyorum. Müdür bana böyle bir yetki verdi, anahtarı müdür beyden alıyorum bazen geri götürmüyorum, anahtar bir hafta bende kalıyor, bazen götürüyorum. Her kümeden bir kişi benim yardımcım, ama bu depodan ben sorumluyum, onlar sorumlu değil düzen için veya elbise verirken… Büyük bir olgunluk ve dürüstlük aşılıyor böyle sorumluluk insana da. Bu kadar şey emanet edilmiş bana. Geçenlerde Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin organizasyonu olan bir konferans yapıldı, ben ta o günlerde bir çocuğa bir ayakkabı vermişim, o kalabalıkta yaşlı bir adam çıktı, “Bence, hala dünyanın en güzel ablasıdır” dedi benim için. Bu olayı anlattı, ben şimdi ona demişim ki bahçede “Senin başka ayakkabın yok mu?”  “Yok” demiş o da. “Niye? Çabuk eskitmişsin ayakkabılarını” demişim ama onu da hemen kolundan tutmuş götürmüşüm ve yeni bir çift ayakkabı vermişim.

Mahan Doğrusöz: Kaç yaşındaydı peki o çocuk?

Pakize Türkoğlu: Yeni gelmiş olanlardandı. Küçükler büyüklere “Abla” diyorlardı. Böyle sorumluluklarımız vardı, herkesin benzer sorumlulukları vardı. Bu güzel bir şey. Şimdi üniversiteli öğrencilere üretici eğitimle ilgili bir şey söylemek istiyorum. Gazetede okudum bir iki sene önce, ‘Örgüde-dokumada büyük devrim’ gibi bir manşet. Mimar Sinan Üniversitesi bir fabrikayla anlaşmış, bir örgü örneği yapıyorlar Mimar Sinan’da, fabrikaya o örneği veriyorlar. Gazete de, “Mimar Sinan üretime geçti” diyor. Şimdi bir konferansta söyledim bunu, hocanın bir tanesi “Olacak şey değil” dedi. Mimar Sinan Üniversitesi; bir yanında Dolmabahçe Sarayı, üst tarafında da İstanbul Teknik Üniversitesi var. Uğur Dündar bir program yapmıştı televizyonda, Dolmabahçe Sarayı’nın tadilatıyla ilgili, saray bütün çürümüş. Tadilat için milyarlar trilyonlar gidiyor ve niteliksiz elemanlar yapıyor bu işleri. Halbuki, Mimar Sinan Üniversitesi’nde mimarlar var restorasyon yapanlar var, tüm çocuklar görev alabilir ve bundan gelecek parayla Mimar Sinan Üniversitesi bin üniversite açar. İşte bizim köy enstitülerimizde bu vardı, fırsat olsaydı hemen alırdık orayı öğrenciler olarak, tabii öğretmenlerimiz başımızda olmak kaydıyla. Teknik Üniversite ile de yardımlaşırdık ve her iki kurum da oradan müthiş para kazanırdı. Yani şimdi müteahhitler kazanıyor o parayı biliyorsunuz.

Mahan Doğrusöz: Bugün iş ve üretimle, kuramın bağlantısı kopmuş durumda.

Pakize Türkoğlu: Aslında söylemek istediğim şey oydu. Oysa ki, üretici eğitim alınca üretim de ucuzluyor. Eğitim çok pahalı bir yatırım çünkü. Düşünün, bir Boğaziçi Üniversitesi nelere mal oluyor? Güzel tabii ama ne pahasına? Şimdi, ilköğretim de, orta öğretimde öyle, en pahalı yatırım eğitime yatırımdır. Bir kere verimi de uzun vadeli. İşte üretici eğitimle, çocukların yaptıkları üretim de eğitimin giderine katkı oluyor. Böyle olunca eğitim ucuzluyor. Eğitim ucuzlayınca, en uçtaki köylere bile kolayca götürülebiliyor. Bu şekilde eğitim, artık seçkinlere, zenginlere özgü bir hizmet olmaktan çıkıyor ve en uçtaki köye kadar, en yoksul kişiye kadar, bir hak olarak devlet eliyle götürülüyor.

Mahan Doğrusöz: II. Mahmut’un yapamadığını Cumhuriyet başarıyor…

Pakize Türkoğlu: Evet. Bu çok özel bir şey, köy enstitülerinin getirdiği bir şey, dünyada böyle bir deneme yok.  Ünlü bir eğitim bilimci diyor ki, “Köy enstitülerini gördükten sonra idealimdeki okulların bunlar olduğunu anladım.” Köy enstitüsü, üretici metoduyla eğitimin giderine katkı sağlıyor. O kadar önemli bir şey ki bu. İsmail Hakkı Tonguç aslında sizin en başta bahsettiğiniz konuyu -gelenekten geleceğe konusunu- çok iyi kavrayan bir insandı. Ankara’da bir eğitimci var, Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde, o dedi ki “Tonguç’un köy enstitüleri buz dağının görünen kısmı. Tonguç’u incelemek için köy enstitülerini değil, Tonguç’un ta kendisini incelemek lazım.” Doğrudur…

Mahan Doğrusöz: Köy enstitülerinin kapatılması Cumhuriyet geleneğinde nasıl bir kesintiye yol açtı?

Pakize Türkoğlu: İkinci Cumhuriyetçiler, sosyalistler, solcular “Köy enstitüleri faşist elemanlar yetiştiriyordu, iyi oldu kapatıldıkları” dediler. Gericiler, “Köy enstitüleri komünizm yuvası” dediler. Çok partili döneme geçişteki yanlışın yansıması oldu köy enstitülerinin kapatılması. Bir parti kurulduğunda –bugün de öyle zaten- ya sağda kurulur parti ya solda. Çok partili döneme geçildiği zaman Demokrat Parti’nin solda olması gerekiyordu. Hatta biz bir kere oy verdik onlara solda zannederek, Hasanoğlan’da. Başaran vardı bizim arkadaşımız, o zaman tam bir solcuydu, dedi ki ‘Halk Partisi’ne vermeyelim oyumuzu, Demokrat Parti’ye verelim, çünkü Hasan Ali Yücel işinden etti Tonguç’u.” Yıl 1946, biz son sınıftaydık o zaman. Halk Partisi içinde de kaldı bir kısım şeyler, toprak ağaları ama diğer yandan Adnan Menderes ekibiyle aslında sağcı bir partiydi. Yine Halk Partisi solda gibiydi ama İsmet İnönü keşke o zaman deseydi, “Biz ortanın solundayız” diye. 1960’larda söyledi bunu. Şimdi bu yanlış oldu çünkü aynı görüşteki iki parti yan yana gibi oldular, iki parti birbirini sürekli komünist olmakla itham etti. Hatta Hatay milletvekili Şükrü Sökmen Süer vardı, galiba İçişleri Bakanı’ydı Halk Partili; Demokrat Parti, “Halk Partisi’nde komünistler var” demiş, o da demiş ki “Asıl sizde var komünistler”. Hatta, Meclis’te komünist tartışması yapılırken, galiba Halk Partisi’nden bir milletvekili kalkıyor Fevzi Çakmak’a “Komünist” diyor. O da “Ben komünizmin ne olduğunu bilmem ama eski Bakan’a söyledim köy enstitülerinde komünistlik yapılıyormuş, ona başının çaresine bak dedim” diyor. “Başbakan’a da söyledim, o da Bakan’a iletti” diye ekliyor. Bu kez, Hasan Ali Yücel “O eski bakan ben miyim?” diye sorduğu bir yazı yazıyor. Fevzi Çakmak cevap vermiyor ama “Ona söyleyin, öyle yazı falan yazmasın, ortalığı bulandırmasın, kapansın bu konu” diyor. Ama Hasan Ali Yücel bir yazı daha yazıyor. Kenan Öner, o zaman Demokrat Parti’nin İstanbul İl Başkanı çıkıyor cevap veriyor, “Evet, o Maarif Vekili sizsiniz” diyor. Hasan Ali Yücel de, Kenan Öner’e dava açıyor. Bu gelişmelere istinaden, bizim Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki müdürümüz Rauf İnan’ı aldılar Bakanlık müfettişi yaptılar. İsmail Hakkı Tonguç da, İnönü’ye diyor ki “Paşam, böyle kelle isterseniz, yarın öbür gün sizin kellenizi de alırlar”. Yani fedakarlık etmeyin demek istemiş ama İnönü fedakarlık etti işte. Hasan Ali Yücel’i de Bakan yapmadı o yıl. Tonguç da ayrıldı tabii görevinden, onu da aldılar. Aslında bu durumlara kim neden oldu diye düşündüğün zaman bugünkü yorumla, şunu söyleyebiliriz; bir kere köy enstitüleri toplumdan elli yıl ilerideki kuruluşlardı. Döneminin çok ilerisinde bir vizyon söz konusuydu. Bir neden bu ama toplumdan elli yıl ileride diye kapatmak gerekmezdi tabii. Okulun toplumdan ileride olması normal bir şey çünkü okul toplumdan geride olduğu zaman verimsiz olur. İkinci neden de, toprak ağaları. Şimdi çok açık ve net düşünüyorum, gözümle görür gibi düşünüyorum da, köy enstitüsünde yetişenler gerçekten farklı bir kuşak. Kafası çalışıyor, eleştiriyor, eli ayağı iyi işliyor, hem kafa, hem de kol gücü var. Yani herhangi bir ihtiyacını karşılayabiliyor, eşyasını kendisi taşıyabiliyor. Şimdi sizin kuşaklara bir şey söyleyeyim, benim çocukluğumda kimse kendi eşyasını taşımazdı. Özellikle de okumuş kesimler. Herkes eşyasını hamala taşıtırdı. Ortaokula adım attı mı, işe elini sürmez, eşyasını taşımaz… Bu Osmanlı’dan kalan bir gelenektir. Okumuş insan, iş yapmaz, eşyasını taşımaz. Ama köy enstitüsü öğretmeni evini bile kendi yapar, eşyasını kendi taşır. Tamamen farklı tipte bir insandır. Kadı’sından, Kaymakamı’na, Bakanı’na kadar herkesi de eleştirebilir. Bunun güzel bir örneği de zamanın Eskişehir Milletvekili ve toprak ağası Emin Sazak. Önceleri eğitmen kurslarını, köy enstitülerini beğeniyor. “Çok güzel” diyor, Meclis’te bir konuşması var, “İşte halkımız böyle okumalı” diyor. Ama sonradan, kendi amelesinin çocuğu olan Talip Akaydın, toprak konusunda yazılar, şiirler yazıyor. Bunları görünce köy enstitülerine karşı çıkıyor. Cesaret Ateş diye bir arkadaşımız vardı, bizim sınıftan. Kendisi, ‘Yeter, Beyim Paşam dediğim, yeter’ diye bir şiir yazdı; “yeter kuru ekmek yediğim, yeter…”.  Böyle başlıyor, güzel bir şiirdi. Bu şiir Meclis’te konuşuldu, biliyor musunuz? Ve böyle masalara vura vura tartıştılar.Bizim çıkardığımız köy enstitüsü dergisi vardı, o dergi ellerinde adamların, o şiir ellerinde masalara vurarak konuştular, Türkiye batıyormuş gibi. Bunlar ihtilal yapacaklar filan diye. İşte toprak ağaları, tabii toprak reformu istenecek, yani ameleleri hak isteyecek diye üretici eğitimi tasvip etmediler. Bu insanlar okur-yazar olsun, ona kimse karşı değildi ama Türkiye’de üretici eğitime karşı çıktılar, çok hayret edilecek bir şey. Şimdi, “Benim ırgatlarım” diyor “illa biz kendimiz üreteceğiz, kendimize üreteceğiz diye kalkarlar üretimden hak isterler, olacak şey değil”. O doğulu aşiret reislerinin 50 tane falan köyleri var, ırgatlar, köylüler haklarını arayacak diye ödleri kopuyor. Yani enstitülerin asıl kapatılma nedeni bu. Niyaz Kartal var o kendisi söylemiş “Bunlar komünist falan değil, ben Rusya’da okudum, komünizmi en iyi ben bilirim” ve eklemiş, “Bunu biz yaptık. Paşa’ya dedik ki, bunları kapatmazsan iyi olmaz”. Paşa da, İsmet İnönü. Bir de şunu söylemek istiyorum size, şimdi batı medeniyetlerinde, demokrasi, eğitimden geçmiş insanların ellerinde yükseliyor. Bu çok önemli. Fransa’da mesela bir yerde beş öğrenci varsa, oraya bir öğretmen gönderilmiş, Finlandiya desen öyle, Amerika’da da endüstriyelleşmeyle beraber başlamış eğitim. Bu İkinci Cumhuriyetçilerden bir şair var Atilla İlhan; İnönü’yü eleştiriyor, fabrika açmadı, köy enstitülerini açtı diye. Halbuki zaten açılıyor fabrikalar ama eğitim alanındaki insanlar fabrika açacak değil ki. Fabrika açmak ekonomistlerin görevidir. Fabrika nitelikli insan gücü istiyor, bu da eğitimle olacak. Köy enstitülerinin amacı, yaptığı zaten nitelikli insan gücü yetiştirmek. Köy enstitülerinden çıkan öğretmenler, bütün halkı kendilerinin gördüğü eğitim biçimiyle eğiteceklerdi. Her branşta nitelikli ustalar çıkacaktı, demirdi şuydu buydu her şey oradan çıkacaktı. Uğur Mumcu, “Demokrasiye biz niçin acele geçtik?”diye soruyor. Ve devam ediyor, “İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra, dünya ülkeleri bir araya geldiler ve Türkiye’ye hangi rejime geçeceksiniz baskısı yaptılar. Biz, ya Rusya’daki rejimin taraftarı olacaktık ya da onların. İnönü tabii ki demokrasiye geçti, normali de o herhalde ama Atatürk olsa onlara derdi ki, ‘Biz iki bloka da geçmiyoruz. Bizim zaten bir rejimimiz var, biz Kemalistiz”. Uğur Mumcu kendisi de Kemalist olduğu için öyle söyledi herhalde. “Bizim bir düzenimiz var ve bizim bir eğitim yöntemimiz var dünyaya örnek olacak”, Mumcu bunları köy enstitüleriyle ilgili katıldığı toplantıda söyledi ve devam etti, “Biz bağımsız bir ülke olacak nitelikteyiz, sizle dostuz, herkesle dostuz, Yurtta Sulh, Cihandan Sulh derdi Atamız’” dedi. Ama işte İnönü, denge politikası izledi gerçekten. Bir yerde okudum geçenlerde demiş ki İnönü, “Ben, köy enstitülerini dondurdum, değişiklik yapıp yeniden faaliyete geçirecektim”. O da laf yani, yaşlılık sözü, kendi elinde değildi ki.

Mahan Doğrusöz: Aslında, İnönü’de bu projeden tamamen vazgeçmek istemiyordu anladığım kadarıyla…

Pakize Türkoğlu: Vazgeçmek istemedi. Zaten İnönü’nün vazgeçmesi de mümkün değildi. O kadar güzel sözleri var ki İnönü’nün, o kadar şahane incelikleri var ki. Öğrencilerin derslere devamlılığını bile takip ediyor. Radyo konuşmalarında “Kızlarınızı okula gönderin, kızlarınızı okula göndermek yoluyla kadınlarımız uyanacak, evleriniz değişecek” diyor. Aynen böyle. Ve çok güzel destekliyordu 1946’ya kadar İnönü köy enstitülerini, enstitülerin kapanmasında, karşı tarafın da çok payı var.

Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç ve İsmet İnönü

Hasanoğlan Köy Enstitüsü ziyaretlerinde bir öğrenciyi dinlerken

Mahan Doğrusöz: Köy Enstitülerinin kapatılması sizce nasıl bir dönüşüm yarattı Türkiye’de?

Pakize Türkoğlu: Sayısal hedefler vardı her yıl için, bu sene şu kadar öğretmen yetişecek diye düşünülmüş, ona göre öğrenci alınıyordu. Bir kere alınan öğrenci sayısını hemen azalttılar. Çünkü pahalanıyor eğitim, üretim olmayınca o okullar 1954’te öğretmen okullarına dönüştürüldü eskisi gibi bir kere, bu oldu. Köylerdeki okul sayısı azaldı, yapılan okul sayısı azaldı. Halbuki okul imecesi vardı, köylüler okulu kendileri yapıyorlardı. Enstitüden bir ekip gidiyordu, malzeme alınıyordu, köylülerin yirmi günde okul yapma zorunluluğu vardı. Bu yaptırımı kaldırdılar, köylüler başta bayıldı. Ama sonradan çok üzüldüler.

Mahan Doğrusöz: Köylülere “Okul yapmak zorunda değilsiniz” dendi yani?

Pakize Türkoğlu: Evet, “Okul yapmak zorunda değilsiniz” dediler. “Cami yapın siz” dediler, onlar da cami yaptılar okul yerine. Okulsuz çok köy kaldı. Sonra, insan yetiştirme niteliği değişti. Şimdi köy enstitülerinde deminden beri konuştuğumuz şeyler köy okullarında da oluyordu. Orada da üretici eğitim modeli uygulanıyordu, köy okulları işletme gibi olacaktı, büyük araziler üzerine kuruluyordu. Öğretmen aylığı azdı ama öğretmen benim aylığım yetişmiyor dediğinde devlet arttırıyordu maaşı çünkü öğretmen devlete dayıyordu sırtını. Sorun yoktu, bahçeden kalkan ürünün bir kısmı öğretmenin, bir kısmı da okulun oluyordu. Böylece okul, bir işletme okula dönüşüyor, para kazanıyordu yani. Köylüler de okula gelip birçok şey öğreniyorlardı, diyelim demircilik öğreniyorlardı. Mesela benim çocukluğumda köyde saban demiri vardı, kara sabanın demiri vardı ucunda. O bozuluyor, kilometrelerce uzaktaki yerde yaptırılıyor. Bir gün gidiyor adam, üç gün gelemiyor, orada kalıyor demirini yaptırmak için. Köy enstitüsünden çıkan öğretmenler, demircilik atölyesinde demir yapmayı öğrendiler, okulda böyle bir işlik var. Atölyelere köylüler de gelip, kendileri öğrenip, yapıyorlardı. Bu kolaylıklar ortadan kalktı. Sağlık memuru gönderiyordu köye köy enstitüleri, bunlar kalktı. Köy enstitüleri büyük bir projeydi. Üçüncü sınıfa geçtiği zaman çocuk,  yöneltme denilen bir durum oluşurdu. İsteyen çocuk, öğretmenleri de hemfikirse belli bir alana yönlendirilirdi, öğretmen olmaya, sağlıkçı olmaya… Ama bu, çocuklara hiç hissettirilmezdi. “Çocuklar, sağlık memuru olmak isteyen var mı?” diye sorulurdu. Bazı çocuklar kendilerinin sağlık memuru olabileceğini düşünüyordu mesela, “Ben çocuklarla uğraşamam, sağlık memuru olacağım” diyorlardı. Böylece, sağlık memuru -hatta tarım memuru da olacaktı ona sıra gelmedi- yetişiyordu. Sağlık memurları da aynı bizim gibi köylere gidip hizmet veriyorlardı. Bir de tabii köy enstitüleri beş yıllık bir uygulama sonuçta, 1935’de başladı, 1946’ya kadar yayıldı. On yıl ediyor da, 35’den 40’a kadar olan dönem deneme aşamasıydı. 1940’ta asıl program uygulanmaya başlandı. 1946’da cayıldı bu projeden, bu arada çok uygulanmayan projeler var, cayılan projeler var, tasarılar var. Örneğin Doğu Anadolu Projesi vardı, Doğu Anadolu Hayvancılık Projesi ya da tasarısı olarak da bilinir. Bu tasarı, Kars, Cilavuz, Erzurum ve Pulur’da ilk uygulaması yapılacak şekilde düşünülmüştü. Önce köy bölge okulu, hayvancılık bölge okulları kurulacak ve bu bölge okullarına çevre köylerin çocukları ve ana babaları gelecek, isteyen ana baba da gelip okulda kurs görebilecekti. Hayvancılık çok çabuk verime duran bir şey olduğu için, kolayca hemen para kazanılmaya başlanacaktı. Kooperatifleşme gerçekleşecekti. Çok güzel bir projeydi, bize tarım profesörü anlatmıştı. Çocuklar bir taraftan öğleye kadar oğlakları, keçileri, koyunları güdecek, diyelim beş çocuk öğleden sonra derslerine girecek. Bu arada gelen o büyükler hem o işleri yapacaklar, hem para alacaklar. O kooperatif yoluyla sağdıkları sütleri satacaklar, sütler kooperatife verilecek, oradan para alacaklar. Çocuklar, ana babalar hep para alacaklar. Sonra isteyen kendi köyüne gidip müşteri yapacak kendine, isteyen orada kalıp yapacak. Üniversiteyle, veteriner fakültesiyle ilişki içinde işler yürüyüp gidecek…

Mahan Doğrusöz: Ama hayata geçemedi?

Pakize Türkoğlu: Maalesef…Hocamız derdi ki derste “Doğu Anadolu çekim merkezi olacak”. Sonra Kars için yün fabrikası, peynir fabrikası, süt fabrikası, süt tozu fabrikası gibi projeler vardı. Bir de başka elemanlar da yetiştirilecekti. Her enstitünün yüksek köy enstitüsü olacak, köy kalkınmasını sağlayacak uzman elemanlar, mesela köy doktorları bu eğitim fakültelerinde yetişecek ve yetişmiş her eleman kendi bölgesinde çalışacaktı.

Mahan Doğrusöz: Peki, eğer köy enstitüleri kapanmasıydı bugünün Türkiye’si nasıl olurdu sizce?

Pakize Türkoğlu: Çok farklı olurdu, bolluk ülkesi olurdu bir kere. Çünkü herkes üretici olacak, eğitim bir felsefeye dönüşmüş olacak. Hatta bolluk ülkesi de değil, mutlu bolluk ülkesi olurduk. Demokratik bir ülke olurduk. Köy enstitüleri, kendi kültürünü üretiyordu. Yani demek istiyorum ki, bunun içinde demokrasi kültürünü de üretiyor, ekonomisini de üretiyor. Ekonomisini ve kültürünü üretmesi bölgelere yansıyor. Bu tüm bölgelerin bölge kültürlerini ve bölge ekonomilerini etkileyecekti. Doğu Anadolu’da birikim var, gelenek görenek dedik ya, o geleneklerin içinden çıkan sağlıklı şeylerle enstitüler birlikte gelişerek, yeni bölgelere gidecek, bölge ekonomilerini bölge kültürünü etkileyerek büyük bir zenginlik yaratacaktı tabii ki.

Mahan Doğrusöz: Ve şehirlerdeki bu yoğunlaşma…?

Pakize Türkoğlu: Bunu eğitim sosyolojisi hocamız İbrahim Yasa çok güzel anlatırdı. Şimdi şehirleşme Amerika’dan gelmiş bir durum. Kendisi Amerika’da görmüş, şehirleşme orada da aynı, çarpık şehirleşme, gecekondu filan görmüş, o zaman Türkiye’de gecekondu yoktu. Bize bir gecekondu dersi yaptı, Mamak’ta, Mamak’ın tepesine çıkardı bizi Ankara’da. “Bir tek gecekondu yoktu,” dedi, “her yeri inceledim, eski evler var tabii, kötü yapılmış evler de var ama gecekondu yok”.  Bize bir kulübe gösterdi orada, bu ne diye sordu. Biz köylü çocuğuyuz ama öyle bir kulübe görmedik daha önce. Bet evleri vardı bizde, betondan yapılmış ıslak evler vardı. O Mamak’taki evin ufacık penceresi var, perde asılmış falan… “Buna gecekondu denir” dedi. Hiç duymamışız gecekondu diye bir şey, yüksekokul öğrencisiyiz, 1945’li yıllar. “Amerika’da çok var bundan” dedi, sekiz yıl kalmış orada. “Fabrika sahipleri, şehirlerde fabrika açtılar. Fakat evleri olmadığı için işçiler böyle şeyler yaptılar kendilerine” dedi. “Ama bu, Türkiye’de olmayacak, çünkü siz varsınız, köylere gideceksiniz” diye ekledi. Büyük bölge okulları kurulan köyler şehirleşecek, küçük köylerle büyük köyler birbirleriyle bağlantılı olacak”. Büyük köyler kültür merkezi olacaktı, şehre gitmek isteyen Ankara’ya ya da İstanbul’a gidebilirdi ama yukarıda bahsettiklerim gerçekleşseydi kimse gitmezdi şehirlere, onu da söyleyeyim.

Mahan Doğrusöz: Biliyorsunuz 4+4+4 diye yeni bir eğitim yasası çıktı Türkiye’de. Türkiye, eğitim anlamında çok farklı bir yere doğru ilerliyor. Bugünü eğitim açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Pakize Türkoğlu: İlkokul, ortaokul, lise, yüksek okul ve fakülte düzeylerinin hepsinde çalışmış bir eğitim uzmanı olarak, 4+4+4’ün yasalaşmasından ziyade sorunun bunun yapılış nedeninde olduğunu düşünüyorum. Bir kere bunların içinde en yanlış olanı, okul yaşını düşürmeleri, kesinlikle bilimsel olarak yanlış. Bana soruyorlardı “Çocuğumuz altı buçuk yaşında başlasa mı okula?” diye, “Yok yok olmaz” derdim. Hatta “Yedi buçuk olduğunda gönderin” diyordum, şartlarımız Türkiye şartları çünkü. Geçenlerde Ayşe Çelikel bir konuşma yapmıştı televizyonda, “Ben sekiz yaşında başladım okula” dedi. Okula büyük yaşta başlayan kişiler hep başarılı olmuşlar. Bu, Türkiye koşullarından ileri geliyor. Bir de on beş yıl önce Diyanet Vakfı bir eğitim projesi hazırlamış, şu anda yapılan değişikliklerin hepsi o projede var.

Mahan Doğrusöz: Sizce niye okula başlama yaşını düşürmeye çalışıyorlar?

Pakize Türkoğlu: Çocukları İmam Hatip okullarına gönderebilmek için öyle yapıyorlar.  4+4+4’ü getirirken, amaçları İmam Hatip okullarının orta kısmını da açmak.  Sorun az önce de söylediğim gibi, 4+4+4 formülünde değil, içeriğinde bu formülün. Amaçları çok kötü, en başta da okula başlama yaşını düşürmeleri çok yanlış. Sonra, zorunlu eğitim konusunda da bir karışıklık var. Zorunlu eğitim, bir haktır. Sekiz yıllık zorunlu eğitim hakkını vermişler halka, onu kimse elinden alamaz artık. Hem zorunlu eğitim diyor, hem açık öğretime kapı açıyor. Zorunlu eğitim hakkı varsa, açık öğretim ne o zaman? Hak özünde herkese eşit ve aynı şekilde verilmelidir. Sonra bir de Kuran öğretimi, kursları konusu var. Din kimin tekelinde, niye onların tekelinde olsun ki? Din Vakfı eğitim programı yapıyor!

Mahan Doğrusöz: Ayrıca, sormamız gerekiyor hangi din, kimin dini, kimin mezhebi?

Pakize Türkoğlu: Bir de o var. Azınlık olanların da itiraz etmesi gerekiyor bence. Çeşitli dinler var, dinlerin hepsi kutsaldır. Mezhepler var, mesela Alevilik, hepsi kutsaldır. Herkesin karşı çıkması gerekiyor bunlara, orada Kuran kursu oluyorken, diğer din ve mezheplerden olanların kutsal kitaplarının kursu veya dini niye olmasın ki seçmeli ders?

Mahan Doğrusöz: Bu arada Kuran kursu açmak şimdi MEB’in emri altındaymış biliyor musunuz? Diyanetten alıp, MEB’e vermişler.

Pakize Türkoğlu: Böyle giderse bir yerde sosyal olaylar patlak verir,  tahmin edersiniz. Sonra seçmeli ders konusu var, seçmeli ders bölgesel gereksinimler veya kişinin, çocuğun özel ihtiyaçlarına göre koyulan bir derstir. Bu özel gereksinimler arasında binde bir bile yer tutamaz Kuran.

Mahan Doğrusöz: Arapçayı seçmeli ders yaptılar ilkokulda, onu biliyor musunuz?

Pakize Türkoğlu: Bilmiyordum. Arapça seçmeli ders de olabilir, ilkokulda değil ama.

                                                                       İsmail Hakkı Tonguç

Mahan Doğrusöz: Pakize Hanım, gelecek için nasıl bir yol haritası çizmeliyiz sizce?

Pakize Türkoğlu: Tonguç diyor ki, “Laik eğitim birey ve toplum için mutluluk yaratıcı olmalıdır”. Ve devam ediyor, “Bizim gibi din düzeninden yeni çıkmış toplumlarda eğer Laik eğitim sadece okur-yazarlık düzeyinde olur ya da ufak tefek getirileri olursa, din düzeninden yeni çıkmış insanlar derler ki, bu eğitimden ben fazla yarar görmüyorum, en iyisi ben kendimi öbür dünya için hazırlayayım. Böylece de din eğitimine dönmek isterler”. Yani Tonguç, bolluk yaratıcı eğitimi öneriyor halk için. İsmail Hakkı Tonguç’un görüşlerini, yeni kuşak eğitimciler ve eğitim bilimcilerin okuması gerekiyor. Oradan ipuçları yakalamaları gerekiyor. Yeni kuşaklar için ne söyleyebilirim? Köy enstitülerinde olanlardan bir tanesi de şuydu, biz kim olduğumuzu, toplum içindeki yerimizi çok iyi biliyorduk ve kendi toplumumuzun dünya toplumları içindeki yerini de çok iyi biliyorduk. Yani biz gelişmekte olan bir Cumhuriyetiz, bizim Cumhuriyetimiz güçlüdür, güçlü olacaktır, biz de o gücün bireyleriyiz gibi bir anlayışımız vardı. Ve neme lazımcı değildik, yurtseverlik kimsenin tekelinde değildir diye düşünüyor, yurtsever insanlar olarak, yurt için çaba harcayan insanlar olarak yetişiyorduk. Bu amaçla yetiştik. Bu, bir tutumdur…Yeni nesillerin bize miras kalan geleneği anlamasını ve sahip çıkmasını diliyorum.

Ekim 2014  ©  Mahan Doğrusöz

Pakize Türkoğlu, 1927 yılında Antalya’da doğdu. 1944’te Antalya Aksu Köy Enstitüsü’nü 1947’de Ankara Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirdi.1998’de, Tonguç ve Enstitüleri adlı yapıtıyla, Türkiye İş Bankası “Toplum ve İnsan Bilimleri” büyük ödülünü aldı. Kısa Süren Hasat, Köy Enstitüsünde Öğrenci Olmak, Kızlar da Yanmaz, Genç Cumhuriyet’te Köy Çocuğu Olmak adlı eserlere imza attı. Bu söyleşi Pakize Türkoğlu’yla 2012 yılında yapılmıştır.

Bu söyleşinin yayına hazırlanması sürecinde destek veren sevgili dostum Gamze Fidan’a sonsuz teşekkürlerimle…