Menu
DENEMELER

Cesur Yeni Dünya’ya/dan Uyanmak

Entrika, James Ensor, 1880

 

 

“Man’s happiness today consists in “having fun”. Having fun lies in the satisfaction of consuming and “taking in” commodities, sights, food, drinks, cigarettes, people, lectures, books, movies -all are consumed, swallowed. The world is one great object of appetite, a big apple, a big bottle, a big breast; we are the sucklers, the eternally expectant ones, the hopeful ones -and the eternally disappointed ones.” Erich Fromm

 

“We are no longer apart of the drama of alienation; we live in the ecstasy of communication.” Jean Baudrillard

 

Bugün, Jean Baudrillard’ın öngördüğü gibi “iletişimin coşku” çağında yaşıyoruz. Bu yazı, mahrem ve kamusal arasındaki sınırların tamamen ortadan kalktığı, içinde yaşadığımız “gösteri kültürü”ne dair.

Nurdan Gürbilek, “Vitrinde Yaşamak” adlı kitabında, 1980 sonrası neo-liberal anlayışın Türk kültürünü nasıl dönüştürdüğünü kaleme almıştı. Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” kitabını izleyen yıllar, yaptığı analizin ne kadar güçlü olduğunu gösterdi bizlere.

Bu gösteri kültürü, büyük biraderin herkesi, her an izleme olasılığı olduğu George Orwell’in 1984 romanında betimlediği dünyadan çok Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sına benziyor. Herkesin en mahrem detaylarını sergilemek için can attıkları bu şuursuz, coşku hali Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyası’nda betimlenen dünyanın yankılarını taşıyor!

Huxley, Orwell’in distopyasının nihai olarak kendi distopyasına dönüşeceğini düşündüğünü ifade eder. Aldous Huxley, George Orwell’e yazdığı mektubunda şöyle der: “1984’ün kabusunun “Cesur Yeni Dünya”da kurguladığım dünyanın kabusuna daha fazla benzeyen bir yapıya ulaşmasının kaderinde olduğunu düşünüyorum.”

Asıl tehlike büyük biraderin, bireyi baskı altına alması, onu sürekli izlemesi değildir Huxley’e göre. Endişe duyulması gereken bireyin köleliğini sever hale gelmesidir. “Devlet ve birey” ya da “baskı ve bireysel özgürlük” arasındaki gerilimin ortadan kalkması ve bireyin gönüllü bir köle haline gelmesidir asıl tehlike.

Ve, Huxley mektubuna şöyle devam eder: “1984’teki yöneten azınlığın felsefesi…mantıklı bir sonuca giden bir sadizmdir. Bence yöneten oligarşi, yönetimi ve güç arzusunu tatmin edecek daha az zor ve daha az zararlı bir yol bulacaktır, bu yol benim Cesur Yeni Dünya’da tanımladığıma benzer bir yoldur.”

Huxley bizlere asıl tehlikenin, 1984 romanında betimlenen Stalinist faşizm olmadığını gösterdi. Huxley’e göre, asıl tehlike, “düşünmeyen”, “hissetmeyen”, “derinleşemeyen”, keder, melankoli, depresyon ve yası -yani olumsuz bütün duyguları- “soma” ile yatıştıran, üreme teknolojileri üzerinden mekanik olarak çoğalan, “herkesin herkes için olduğu” bir cinsel aşırılık toplumunda sürekli “sağlık”, “gençlik” ve “mutluluk” arayan bireylerin körlüğündedir.

“Duygu ve arzular açısından çocukça” bir dünyadır Huxley’in dünyası…yaşlanmayan, olgunlaşmayan, yas tutmayan, sürekli neşeli yetişkin çocukların dünyası…ruhsal boşluklarını cinsellikle -ki “herkes, herkes içindir” ve soma’yla doldururlar; yaslarını ve ruhsal acılarını “soma’yla” yatıştırırlar…

Zaman, Huxley’i haklı çıkardı. İçinde bulunduğumuz çağ, her yönüyle Huxley’in duygu ve arzular açısından çocuksu yetişkinlerinin çağıdır…Bugün, anti-depresanlarla ayakta duran, insanların sürekli mutluluk, haz ve hatta ölümsüzlük aradıkları, acı çekmeye ve yas tutmaya dayanamadıkları, üreme teknolojilerinin türün devamlılığına dair süreçleri son derece mekanik bir noktaya taşımak üzere olduğu, “aşırı cinselliğin” hayatın her alanında bizleri sürekli baştan çıkardığı bir çağda yaşıyoruz.

Cesur Yeni Dünya’da Sosyal Medya

Orwell’in 1984 romanında, “büyük birader” bireyleri sürekli izler ya da izleme tehdidiyle bireyleri huzursuz bir alacakaranlık kuşağında esir eder. Oysa, bugün bizler sürekli olarak sergilemek istiyoruz. En mahrem anlarımızı, en derin arzularımızı, en büyük korkularımızı milyonlarca insanın gözü önünde “paylaşmak”, “göstermek”, “sergilemek” için can atıyoruz. Hiçbirimizin saklayacak hiçbir şeyi yok…mahremin alanında tanımlanan her olgu artık kamusal…bedenimiz, cinselliğimiz, fantezilerimiz, anılarımız, korkularımız; 20 yüzyılın başında sadece bir psikanalistin koltuğunda ortaya dökülecek kadar derin, içsel ruhsal malzemelerimiz internet üzerinden herkesin her an ulaşabileceği kadar yakın…

Kendimizle kaldığımız, içe döndüğümüz, sevdiklerimizle yakınlaştığımız anlar yok artık…her an bir kameranın eşliğinde varız. Fotoğraflamadığımız anlar gerçek değil. Göstermediğimiz hiçbir şey yok. Görünmüyorsak yokuz. Onay almıyorsak gerçek ya da doğru değil. Beğenilmiyorsak değersiziz. Takip edilmiyorsak yalnızız ve yalnızlık dayanılmaz. Sergilediğimiz imge biziz. İmgemiz mükemmel olduğu oranda varız ve mutluyuz. Ve, biz hep mutluyuz…hep genciz…ve hep çok “kalabalığız” …yüzlerce, binlerce arkadaşımız ve takipçimizle varız!

Sürekli görülmek, fark edilmek ve “aynalanmak”, onaylanmak, beğenilmek isteyen küçük birer çocuğuz…görülmemeye, onaylanmamaya, beğenilmemeye tahammülümüz yok…evren, bizi aynalamakla yükümlü dev bir ayna!

Aslında, diğerleriyle hiç ilgili değiliz…sadece bize hissettirdikleri ile ilgiliyiz…! Onların deneyimleri üzerinden hayatımızı ve kendimizi yargılıyor, kıskanıyor, haset duyuyor ve imreniyoruz! Empati duymuyoruz. Gözlerimiz sosyal medyada binlerce imgeyi tararken dışarıya, ötekine değil, hep kendisine ve kendi ihtiyaçlarına bakıyor!

Düşüncelerin yüzeyselleştiği, duyguların erozyona uğradığı, içsel olandan çok dışsal olana önem verildiği, dürtülerin kışkırtıldığı bu gösteri kültüründe birey görünerek ve hep göstererek bir var oluş mücadelesi veriyor. Tüketim kültürüyle kuşatılmış “vitrindeki” birey sürekli genç, neşeli, yaşam dolu, zengin, pürüzsüz, ince, şık, arzulanır ve mükemmel “görünmek” için çaba harcıyor. Her zaman, olduğundan daha genç, daha neşeli, daha sarışın, daha ince, daha zengin bir personayı sergilemek için yarışıyor…

Maskelerimiz neyi gizliyor?

Bütün bu gösteri kültürünün, içimizde yaşadığımız derin değersizlik ve boşluk duygusuna karşı bir savunma olduğunu düşünüyorum. Bu iletişimin coşku halini bir kenara koysak, bütün sosyal medya hesaplarımızı kapatsak, bütün aynalarımızı rafa kaldırsak, binlerce yazışma ve fotoğrafımızı silsek, yayınlamasak, her halimizi fotoğraflayıp, paylaşmasak, her an iletişim halinde olmasak, kendimizle kalsak…sakinleşsek, dinginleşsek, sadeleşsek kim bilir içimizde nelerle “karşılaşacağız”?

Karşılaşacağımız boşluk “varoluşçu” psikolojinin tanımladığı varoluşsal boşluğun çok ötesinde bir boşluk olacak. Arsız tüketim kültürünün içimizde yaratmış olduğu çok daha derin, çok daha büyük bir kara delikten bahsediyoruz. Derinliksiz, çocuksu, ben merkezci duygu dünyamız, yüzeysel düşünce dünyamız, kışkırtılmış dürtülerimizle post modern çağın çocukları olarak içimizde taşıdığımız devasa boşluk bizden önceki nesillerin hiç bilmediği kadar büyük! Bizden önceki hiçbir nesil bu kadar çok tüketmek, sonsuza kadar genç ve ölümsüz, acı çekmeden ve yas tutmadan mutlu olmak istemedi! Acılarını bu oranda anti-depresanlarla dindirmedi! Vücuduna bu kadar çok müdahalede bulunmadı! Diri olmak, genç olmak, zayıf olmak, kendisinden başka birisine benzemek için kendisini başkalaştırmadı! Görünmediği anlarda kendisini yok hissetmedi! Sevmekten çok sevilmeye bu kadar çok odaklanmadı! İnsanları, takas edilebilen nesneler gibi kullanmadı! Bu oranda sürekli ve sadece kendisine bakmadı! Mükemmel olmaya çalışmadı! Bu oranda “gerçeklikten” uzaklaşmadı! Sadece haz aramadı! Kendisini dünyanın merkezinde ve son derece özel algılamadı!

Bugünün gösteri çağında bizler kendimizin birer “parodisine” dönüşmüş durumdayız. Aynadaki aksimizi mükemmel hale getirerek, mükemmelleşeceğimize inanıyoruz. Sergilediğimiz mutluluk imgesinin mutluluk olduğunu zannediyoruz. Olmadığımız kadar genç, güzel, sarışın, ince ve zengin göründüğümüzde genç, güzel, sarışın, ince ve zengin olacağımızı düşünüyoruz. Kendimize benzemememiz gerektiğini düşünüyoruz. Kalkık kaşlarımız, dolgun yanaklarımız ve dudaklarımız, olduğundan başka renge boyanmış saçlarımız ve bize ait olmayan göz rengimiz ve ait olmadığımız yaştaki görüntümüzle daha çok beğenileceğimizi düşünüyoruz. Beğenilmek için yaşıyoruz.

Beğenilmek için harcadığımız bu kadar çaba bende şu soruyu uyandırıyor: kendimiz olursak neden beğenilmeyeceğimizi düşünüyoruz?

Gerçekten kendimiz olmayı denesek? Kendimiz gibi ve olduğumuz yaşta görünsek, gerçek saç rengimizi sergilesek, hissettiklerimizi yaşasak, düşündüklerimizi ifade etsek, aykırı yanlarımızı sergilesek, toplumsal onay almayan yönlerimizi deneyimleme cesareti göstersek, herkes gibi yaşamama, görünmeme, düşünmeme, hissetmeme özgürlüğümüzü fark etsek…sadece dışardaki doğayı değil, kendi doğamızı da aynı oranda yok ettiğimizi fark etsek, spontan, gerçek ve içten olmayı hatırlamak için çaba harcasak…mükemmel, plastik, yapay maskelerimiz yerine gerçek, içten, sahici yüzlerimizle var olmaya çaba harcasak…sergilemek yerine deneyimlemeye çalışsak, görünmek yerine var olsak, paylaşmak yerine içe baksak…biraz yavaşlasak, sakinleşsek! İletişiminin hazzıyla aramıza bir mesafe koysak…fotoğraflarımıza değil, içimize ve insanların gözlerine baksak…!

Bütün bunlar Cesur Yeni Dünya’ya baş kaldırma cesaretiyle ilgili! Fark edip, aramıza mesafe koyamadığımız her “patoloji” bizi yutar. Umudum, insanlığın Cesur Yeni Dünya kabusundan uyanması…bunun için öncelikle “farkında” olmak zorundayız. Bireyin özgünlüğünü, derinliğini ve özgürlüğünü tehdit eden Cesur Yeni Dünya’ya başkaldırmak için önce bu rüyadan “uyanmayı” denemeliyiz!

Mahan Doğrusöz 2018