Menu
DENEMELER

“Cumhuriyet Tarihi Eleştirisini” Psikopataloji Kuramı Üzerinden Okuma Denemesi

Sınır Kişilik Bozukluğu olan insanlar dünyayı siyah-beyaz algılarlar. Dünyada iyiler ve kötüler vardır. İnsanları ya tamamen tanrılaştırırlar ve yüceleştirirler ya da tamamen değersizleştirirler. Yüce olarak algıladıkları bir insanın bir hatasını ya da insanca bir zaafını yakaladıklarında ise aynı insanı tamamen “değersiz” algılarlar. Onlar için “etten, kemikten” idealleri, başarıları ama aynı zamanda hataları ve zaaflarıyla -hem “iyi” hem de “zayıf” yönleriyle- tek bir insan olamaz…Onlar bir yönüyle çocuksu evrenin devleri ve cüceleri, cadıları ve melekleri, el değmemiş prensesleri ve günahkarları, cellatları ve kurtarıcılarının evreninde yaşarlar…

“Aşırı yüceltme ve değersizleştirme” bir savunma mekanizmasıdır. Savunma mekanizmalarının hepsi “egoyu” yani “benliği” korumak için geliştirilmiş araçlardır sadece. Hiçbir kişi “gerçeği” dolayımsız yani “savunmasız” algılamaz…Bütün ışıklar kişinin evrenine savunma mekanizmalarından “kırılarak” girer…bu çerçevede kişi için dolayımsız bir gerçeklik yoktur aslında…her gerçeklik özneldir. Yani kişinin savunmalar kurgusunun süzgecinden “süzülerek” oluşur.  Oysa, kuram bize bazı savunmaların daha primitif, diğerlerinin ise daha gelişmiş olduğunu söylüyor. “Aşırı yüceleştirme ve değersizleştirme” primitif bir defanstır çünkü kişi kendi içindeki “iyi” ve “kötü” yönleri “gücü” ve “zaafı” yani zıtlıkları bütünleştirememiştir. Bundan kast edilen içinde bulunan zıtlıkların aynı bütünün, yani “kendinin” bir parçası olduğunu fark edememesidir…bu çerçevede “kötü” olan her şey inkar edilir ve “ötekilere” ve “dış dünyaya” yansıtılır…kişi tamamen iyidir…oysa, dış dünyada aynen kendisi gibi “tamamen iyiler” olduğu gibi “tamamen kötüler” de vardır…Onlar cellattır, tirandır…Kişi aslında içindeki “kötü yönleri” yansıttığı bir “rezervoir” yaratmış durumdadır…Buradaki önemli nokta kendini “bütünlüklü” algılayamayan bir insanın karşısındaki kişileri asla iyi ve kötü yönleriyle bir bütün olarak algılayamayacağıdır.

Bugünün Türkiye’sinde Cumhuriyetin kurucu kadrolarına ve Cumhuriyet tarihine yönelik “amansız değersizleştirme projesi” bende böylesine primitif bir savunma mekanizmasını çağrıştırıyor. Çok yakın tarihte “yüceleştirilen”, “tapılan”, “idealleştirilen” iyicil babayı “yerle bir etme”, “değersizleştirme”, “al aşağı etme”…Burada kullanılan “baba” kelimesi asla tesadüf değil…çünkü şu anda Türkiye’nin ödipal babayla “kanlı” bir rekabete girmiş olduğunu düşünüyorum…Televizyonda gözüme çarpan binlerce imgeden birinde “birisi” Atatürk için “rahmetli” diyor…o anda rahmetli kelimesi bende güçlü çağrışımlar yaratıyor…sanki, kişi Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bir liderden değil ailesinden yakın birisinden bahsediyor gibi…bu samimiyetin altında inanılmaz bir “öfke”de var. “Rahmetlinin çok hataları vardı” diyor…bana babasının hatalarından serzenişte bulunan bir çocuğu hatırlatıyor…bir diğer yazar Atatürk’ün kurmaya çalıştığı “büyük Selanik”e gönderme yaparak Atatürk’ü diktatör “ilan ediyor”…”Atatürk herkese zorla şapka giydirdi, klasik müzik dinletti.” diyor. Hayret ve şaşkınlık içinde her gün aslında Atatürk’ün tiran, diktatör, baskıcı olduğuna dair onlarca irili, ufaklı, açık ya da örtük mesajla karşılaşıyorum.

Taptığımız, sorgulamadığımız, ulvi, ulaşılmaz, yüce, insan-üstü gördüğümüz “babayı” yine bizlerin koyduğu kaideden indirmiş gibi görünüyoruz…Oysa şu anda aşırı yüceleştirmenin karanlık yüzünü yaşıyoruz…”Tamamen iyi” babanın aslında “tamam kötü” olduğunu fark ettiğimizi iddia ediyoruz…Babayı “tiran”, “acımasız”, “baskıcı”, “diktatör” ilan ediyoruz. Bir çocuğun “primitif” duygu dünyasının dehlizlerinden konuşuyor gibiyiz.

Çocuklar empati kuramaz. Her çocuk kendini dünyanın merkezi olarak algılar. Çocuk için diğerlerinin gerçeklikleri ve duygu dünyaları yoktur…gelişimsel olarak olgulaşamamış insanlar çocuksu dünyanın ben merkezci-empatisiz evreninde takılı kalırlar…her şeyi ve herkesi kendi durdukları noktadan yargılarlar…oysa herkesin başka bir gerçekliği olduğu gibi, değişik ortam ve zaman dilimlerinde yaşayan insanların bizlerin dünyasından çok farklı gerçeklikleri vardır…her şey bizden, bu andan ve buradan ibaret değildir…Oysa bugünün insanı, 2011 yılının Türkiye’sinden bakarak inanılmaz bir ben-merkezcilikle 1920’lerin ve 30’ların öncü Cumhuriyet kadrolarını eleştirmekte…duyduğum eleştiriler karşısında hayretimi artık saklayabilme yeteneğimi kaybetmiş gibi görünüyorum. Bu sanırım benim kontrol kapasitemin azalmasından çok, yapılan eleştirilerin dozunun artışından ve altında yatan bakış açısının “çocuksuluğuna” olan tahammülsüzlüğümden kaynaklanıyor…2011 yılının internet ağları, cep telefonları, lap topları, çift katlı yolları, lüks arabaları, güvenlikli siteleri, yüzlerce kanallı televizyonları, jakuzileri, uçak seyahatleri, LV çantalarının evreninde “ceylan derisi” koltuklarımızda oturup, “facebook accountlarımızı update” ederken 1920’li yılların dünyasında yıkılmakta olan bir imparatorluğun enkazlarından bir Cumhuriyet kurmaya çalışan genç subayların yaşadıklarını anlayabilmemiz kolay olmasa gerek…Bir “aydın” “ama Atatürk bir askerdi…Cumhuriyetin öncü kadroları militaristi.” diyor.

Hayretler içinde dinliyorum…salgın hastalıkların kol gezdiği, insanların açlıkla savaştıkları, işgal kuvvetlerinin hayatın her alanına girdiği, Osmanlı İmparatorluğunun “iflasını” ilan ettiği bir dönemde Türkiye Cumhuriyeti gibi bir olguyu ortaya atan, düşleyen, bunun stratejisini kuran ve mücadelesini veren öncü kadroları militarist olarak adlandırmak için her türlü empatiden ve yetişkin bir muhakeme kabiliyetinden yoksun “çocuksu” bir benmerkezcilik gerekiyor olmalı. Her şey kendi bağlamı ve kendi döneminin gerçekliği içinde değerlendirilir. Herkesin kendi bağlamından bağımsız bir gerçekliği olmadığı gibi…Şu anda ve buradan bakarak Cumhuriyet’in öncü kadrolarını anlayabilmemiz ve değerlendirmemizin olanaklı olmadığını düşünüyorum…o dönemi sadece,o zamanın bağlamı içinde değerlendirerek anlayabiliriz…

Yemek yediğim bir restoranda yanımdaki iyi giyimli bey karşısındaki hanıma “Atatürk Osmanlı mirasını reddetti…İnsanları okumaz yazmaz hale getirdi….” diyor. İmparatorluğun son dönemlerinde Müslüman halk arasında okuma yazmanın %10’larda olduğu düşünüldüğünde bu ithamın ne kadar “gerçekçi” olduğunu düşünüyorum. Bilinen ve silinen bir hafızadan mı bahsediyoruz yoksa zaten hiç oluşmamış bir hafızadan mı?

Batı Sanat Tarihi dersinde sanat tarihi uzmanı Rönesans geleneğini yıkmayı hedefleyen “fütüristler”den bahsediyor…Reddedebilecekleri böylesine güçlü bir sanat tarihi geleneğine sahip oldukları için ne kadar şanslı olduklarını düşünüyorum. Son kertede Michelangolo’nun, Raffaelo’nun ve Da Vinci’nin torunları…bütün üstadların “ölümünü” ilan ederken “kendi” doğumlarını müjdeliyorlar. Oysa reddedişlerini öncüllerine borçlular.

Bizler de bugün hiçe saydığımız, beğenmediğimiz, eleştirdiğimiz, değersizleştirdiğimiz Cumhuriyet mirasının üzerinde yükseldiğimizi unutmuş gibi görünüyoruz…”Babayla” girdiğimiz bu kıyasıya ve kanlı rekabet üzerinden “kimliğini” kurmaya çalışan bir çocuk gibiyiz…Babayı tamamen “kötü”, “hatalı”, “acımasız”, “baskıcı”, “tiran”, “diktatör” ilan ederek “kendi” doğumumuzu ve “tamamen iyiliğimizi/saflığımızı” ilan ediyoruz.

Cumhuriyet’in öncü kadrolarını başarıları ve zaafları, dehaları ve eksiklikleri, cesaretleri ve çekinceleriyle “bütünlüklü birer insan olarak görebildiğimizde ve kabul edebildiğimizde”, bize bıraktıkları “miras” için “şükran” duymayı başarabildiğimizde ve eksiklikleri ve hataları için onları “affedebildiğimizde” büyümüş olacağız. Bunun için zamana ihtiyacımız var gibi görünüyor ve ancak o zaman üzerinde yükseldiğimiz Cumhuriyet mirasını doğru biçimde yorumlama, anlamlandırma, eleştirme ve geliştirme şansını elde edeceğiz.

Ocak 2012 ©  Mahan Doğrusöz