Menu
DENEMELER

Yitik Bir Şehrin Ardından

Ailemin bütün büyüklerine ithafen…

“İstanbul’u Galata Köprüsü’nden seyrettiğim zaman, bu düşünce sık sık zihnime takılıyordu. (…) Bu şehir bir veya iki asır içinde ne olacak? Ne yazık! Güzellik medeniyete kurban gitmiş olacak. Gelecekteki İstanbul’u, korkunç ve gamlı haşmetiyle dünyanın en güler yüzlü şehrinin harabeleri üzerinde yükselecek Şark’ın Londra’sını görür gibi oluyorum. Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek, rengarenk küçük evler yıkılacak; ufuk, koynundan binlerce kocaman fabrika bacasının ve ehram şeklindeki kule çatısının yükseldiği, saray, işyeri, imalathane dizileriyle her taraftan kesilecek; uzun, dümdüz, birbirine benzer sokaklar İstanbul’u birbirine muvazi kocaman yollara ayıracak; telgraf telleri gürültülü şehrin damlarının üzerine büyük bir örümcek ağı gibi iç içe geçecek; Galata Köprüsü’nün üstünde siyah bir silindir şapka ve bere şeklinden başka bir şey görülmeyecek; esrarlı Sarayburnu bir hayvanat bahçesi, Yedikule bir hapishane olarak görülecek; her şey sağlam, hendesi, faydalı, kurşuni ve kasvet verici olacak…“

Edmonda De Amicis, 1874, İstanbul

Kendi hayatıyla ilgili nostaljik birisi sayılmam. Kendi geçmişimden kalan ışığı sönmüş bir çok şeye/insana veda ettim. Hatta bu veda edişlerin insanı hafifleten, özgürleştiren bir yanı olduğuna gönülden inanıyorum. Geçmişin “hayaletlerini” zihnimizde taşımanın; anlamını, derinliğini yitirmiş ilişkilere tutunma çabasının, bugünü açıklamayan söylemlere/kuramlara yapışıp kalmanın, kısaca geçmişte yeri olan ama bugünümüze anlam vermeyen, sıcaklığını, derinliğini, güzelliğini, ışığını, canlılığını yitirmiş her şeye veda etmenin sağlıklı olduğunu düşünürüm. Ölülerimizi gömeriz. Gömmemiz gerekir. Onların yaslarını tutup, anılarını onurlandırmak sağlıklı olandır. Bizde travmatik izler bırakan anıları, insanları, geçmişin izlerini anlamamız önemlidir. Sonra onlara da veda ederiz. Mutlaka affetmemiz gerekmez. Anlar, yaralarımızı iyileştirir, yaslarımızı sonlandırır ve yolumuza devam ederiz. Etmemiz gerekir…

Sağlıklı olansa geçmişin “güzel geleneklerini yaşatabilmektir”. Emek verilmesi gereken ve anlamlı olan dünün güzellikleriyle kurduğumuz “bağdır”. Bizden önceki dünyanın sözlerindeki, estetiğindeki, mimarisindeki, melodilerindeki güzellikle, zarafetle kurduğumuz o bağ! Çünkü o güzellikler öz suyumuzdur. Bu öz suyundan besleniriz. Ondan ilham alır, onda anlam buluruz. Bugünümüzü onun üzerine inşa ederiz.

Ne tuhaf, geçmişin “hayaletlerine” sıkı sıkıya sarılmış, hınç, öc ve öfkeyle dolu bu toplum geçmişin güzelliklerine karşı ne kadar da “kayıtsız”. Bütün travmalarını birer “kan davasına” dönüştüren bu toplum konu güzelliklerin yaşatılmasına geldiğinde ne kadar da “duyarsız”.

Bizden önceki dünyanın İstanbul’a miras bıraktığı güzelim binaları, sokakları, doğası, insan ilişkileri gözümüzün önünde yok olurken/edilirken bu şehrin kalabalıkları ne kadar da sessiz, söylemsiz, tepkisiz!

İnsan yüzlerce yıllık binalarıyla, mekanlarıyla, sokaklarıyla, doğasıyla yaşayan Avrupa şehirlerinin varlığına şahitlik ettikçe İstanbul’un yok oluşu karşısındaki şaşkınlığı ve hüznü daha da artıyor.

Çoğu insandan şu sözleri sıklıkla duyuyorum: “İstanbul’u çok seviyorum.” Üç nesildir İstanbullu bir ailenin mensubu olarak onlara dönüp sormak istiyorum: “Hangi İstanbul?”

Kendi parodisine dönüşmüş, “kitsch” bir şehirdir bugün İstanbul…kendisine ait olmayan sesler, renkler, binalar, söylemler ve insanlar tarafından istila edilmiş bir şehir…Ecümenepolis filmini izlememiş olanlara tavsiye ederim…sınır tanımayan bir kanser hücresi gibi hızla, fütursuzca yayılan, kendi sonuna doğru koşan, sınırı olmayan “distopik” bir şehir…İstanbul’u İstanbul yapan binlerce yıllık Bizans ya da Osmanlı tarihini bir kenara bırakın, Cumhuriyet tarihinin izlerini bile silmiş “hafızasız” yığınların şehri…!

Siyasal paradigmanın bu şehri sadece “ranttan” ibaret gördüğü kesin. Ya sokaktaki insanlar, İstanbul’un bugünkü yerleşik nüfusu? Ya aynı semtlerde yıllarca oturduğumuz insanlar, komşularımız? Nerelisiniz denince “İstanbulluyum” diyen milyonlar?…çağın ruhundan paylarını almış, parayla düşünen, parayla soluyan, parayla varlık, statü, değer sahibi olan ancak tarih, mimari, şehir kültüründen bir haber, hafızasız, değersiz milyonlar! Behiç Ak’ın bir karikatüründe mizahi bir bakışla tanımladığı gibi tarihi eserlerini, eski binalarını, İstanbul’un son kalan doğa parçalarını: ağaçları, parkları, yeşillikleri sadece bir “arsadan” ibaret görenler…Gezi Direnişi sürecinde bu ülkenin “duyarlı yüzünün” ifade etmeye çalıştığı gibi “gölgesini satamadığı ağacı kesenler”…

Sorun sadece bir siyasal paradigma sorunu değil maalesef!…öyle olsaydı işimiz çok kolay olurdu…Sorun bu baskın paradigmanın sokakta çok güçlü bir karşılığının olması!

Bir Semtin Yok Oluşu Üzerine

Haydutlar geldi uçaklarıyla,

Yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar

Taktis dağıtan kara keşişleriyle

Haydutlar geldi gökyüzünden

Pablo Neruda

Pablo Neruda’nın İspanyol iç savaşını anlatan çok güçlü bir şiiri vardır. Madrid’in Arguelles semtinde yaşadığı masalsı güzelliklerin yerle bir edilişini anlatır. Gökyüzünden gelen “haydutların”  şehrin pazarını, binalarını, sokaklarını, insanlarını yerle bir edişini!

Neruda’nın bu şiirinde semtimin yaşadığı “sembolik” ölüm karşısında hissettiklerime çok benzer bir duygu var! Neruda şiirinde masalsı güzellikte, doğayla iç içe, neşeli bir semti betimler…ve bu semtin “paramparça” edilişini anlatır…

”Erimiş maden akıyor her evden, çiçek yerine” der Neruda…uçaklarıyla gelen haydutlar, düşesleri ve keşişleriyle masalsı bir şehri yok ederler!

Anılardaki Erenköy

Ben Teşvikiye’li bir babanın kızı olarak dünyaya geldim. Doğduğum ev Erenköy’de babamın “sayfiye” için yaz aylarında geldiği yazlık evi…babam aile kurduktan sonra bizlerin yuvası haline gelmiş. 1970’lerin Erenköy’ü tam bir sayfiye mekanı…tek katlı bahçeler ve yeşillikler içinde evler, fayton sefası, yazlık sinemalar, çocuklar için lunaparklar, tek tük araçların geçtiği sakin sokaklar, temiz bir deniz, denize yürüyen insanlar…

Çocukluk yıllarımın Erenköy’ünü olabildiğince insansız, sakin ve telaşsız bir sayfiye semti olarak hatırlıyorum….ve yeşillikler…evlerin bahçelerinden fışkıran devasa ağaçlar, pergulalar…geniş balkonlarda akşam sefası…

Evimiz

Tek katlı bir evimiz vardı…anneme evlendiğinde nereye taşındın diye sorduklarında “yeşil panjurlu bir eve” diye espri yapmış. Evimizin kocaman yeşil ahşap panjurları olduğunu hatırlıyorum. Merdivenle çıkılan kapısı geniş bir salona açılıyordu. Ağbimle odamız salonun sol tarafında kalıyordu. Evin çok güzel bir ışık aldığını hatırlıyorum.

Evimizin merdivenlerinde ben ve ağbim Haldun Doğrusöz (en sağda) bir arkadaşımızla

Erenköy’deki evimizde ben ve ağbim…

Evimizin hemen yanında Sezin Ana Anaokulu vardı ve bizi sadece bir bahçe duvarı ayırırdı. Ağbim hemen komşumuz olan bu anaokuluna giderdi. Bense anaokuluna sadece bir gün gittim ve sanırım o yaştaki aklımla bana göre olmadığına karar verip, vazgeçtim. Anaokulunun binası da yeşillikler içinde tek katlı bir villaydı.

Evimizin tam karşısında Burhan Felek’in evi vardı. Burhan Felek dedem Ali Fehmi Doğrusöz’ün arkadaşıydı. Dedem Kurtuluş Savaşında komutanlık yapmış istiklal madalyası sahibi emekli bir askerdi. Erenköy’deki evimizde dedem ve babaannemle yaşardık. Burhan Felek İstanbul Gazeteciler Cemiyetine çok uzun yıllar başkanlık yapmış bir sporcu ve gazetecidir.

Evimizde dedemin Osmanlıca, Arapça, Fransızca ve Almanca kitaplardan oluşan dev bir kütüphanesi vardı. Kurmay olan dedem okumayı çok severdi. Bugünkü gözlüklerimle dedemin tam bir Cumhuriyet aydını olduğunu görebiliyorum. Babam bana, dedemin kutsal kitapları son derece objektif bir gözle, karşılaştırmalı olarak, değişik dillerden okuduğundan bahsetmişti.

O dönemde komşuluk ilişkilerinin son derece mesafeli ancak saygılı olduğunu hatırlıyorum. Trafik ve insan sesinin olmadığı gecelerde balkon sefasındaki insanlar komşularını rahatsız etmemek için alçak sesle konuşurlardı.

Evimizin diğer yanında Mareşal Fevzi Çakmak’ın köşkü vardı. Çocukluğumuz bu evin bahçesinde geçti. Bina ahşap değil, beton bir binaydı…bahçesinde devasa çam ağaçları vardı. Çocuksu gözlüklerimle binayı görece bakımsız haline rağmen son derece masalsı algılardım. Binaya bakmak için görevlendirilmiş bir aile binanın zemin katında yaşardı. Köşkün bahçesinde süs olarak tasarlanmış yapay bir gölet ve üzerinde bir köprü vardı.

Bugünün insan, bina ve araç selinden ibaret olan Erenköy’ünden farklı olarak 1970’lerin Erenköy’ünde bahçelerde doyasıya koşabildiğimizi, Mareşal Fevzi Çakmak’ın bahçesinde saklambaç oynadığımızı, devasa ağaçların, çalıların arkasında saklanabildiğimizi, bizim için kurulan salıncaklarda doyasıya sallanabildiğimizi hatırlıyorum!

Bugün izleri bile kalmayan bir mahalle hayatına şahitlik ettik…belirgin bir zengin, fakir farkı hatırlamıyorum. Sadece çocukluk ve oyun vardı…Mareşal Fevzi Çakmak’ın köşkünde bekçilik yapan ailenin çocukları bizim oyun arkadaşlarımızdı…

Dedem Suat Vina’nın Ömerpaşa Caddesine bakarak yaptığı yağlı boya tablo 1970’lerin Erenköy’ünün yeşilini, ışığını, dinginliğini yansıtıyor. Ağaçlar bahçelerden taşıyor…sağ taraftaki bahçe duvarı Mareşal Fevzi Çakmak’ın köşküne ait…çocukluğumda hatırladığım ışık böylesi bir ışık…

Erenköy İlkokulu’na yürüyerek gidip-geldiğim ilkokul yıllarımda tek katlı evlere ve köşklere bakarak hayaller kurduğumu hatırlıyorum.

Bütün Evler Yıkılıyor!

1970’lerin ortalarına gelindiğinde bütün tek katlı evler yavaş yavaş yıkılmaya başladı. Bu dönemde benim doğup, büyüdüğüm ev ve dedemin arkadaşı Burhan Felek’in evi de dahil olmak üzere bir çok ev tarihin karanlıklarına gömüldü. Ancak, buna rağmen Erenköy’ün sayfiye havası devam etti. Yeni yapılan apartmanlar genelde dört katlı, geniş balkonlu sayfiye evleriydi…her şeye rağmen tek katlı güzelim evlerin bahçelerinden yadigar kalan ağaçlar yaşamaya devam ediyordu…her şeye rağmen topraktan çiçekler fışkırıyordu…doğa her şeye rağmen her bahar yeniden canlanıyordu…balkon sefaları her yaz devam ediyordu. Kapıların kilitlenmediği, insanların balkon kapıları açık uyuduğu dönemleri hatırlıyorum.

Dedem Suat Vina’nın 1970’li yıllarda Ömerpaşa ve Taşmektep Sokak’ın

köşesinde yer alan oturduğumuz apartman için yaptığı heykel:

“Dünyanın Yükünü Taşıyan Adamlar”

Ancak, 1980’lerle beraber yükselen neo-liberal anlayış, şehrin artan nüfus baskısı altında artık dayanamaz hale gelmesi, kapitalin fütursuzca el değiştirmesi, eski İstanbullu ailelerin çocuklarının bu diyarlardan batıya göçmeleri, eski İstanbul’lu kuşakların bu dünyadan göçüp gitmeleri Erenköy’ün çehresini de geri dönülmez bir biçimde değiştirdi. Artık, sokakları, insanları ve binaları tanımak mümkün değildi.

Binalar yükseldi, kapılar kilitlendi, insanlar umursamaz, kaba, fütursuz ve kendini beğenmiş hale geldi. Geçmişin izlerini taşıyan tek bir bina kalmadı. Ses ve görüntü kirliliği Erenköy’ü işgal etti. Erenköy hoyrat insanların, kaba sürücülerin, sonradan görme zenginlerin mekanı haline geldi. Erenköy insanları değiştireceği yerde; seslerini, mimarisini, estetiğini, doğasını, güzelliğini, zarafetini, yaşam kültürünü yitirdi…düşesleri ve keşişleriyle Neruda’nın masalsı şehrini fetheden haydutlar misali Erenköy bu yıkıma teslim oldu!

Hazin Bir Yıkım Öyküsü: Mareşel Fevzi Çakmak’ın Köşkü

“Eğer maziyi çok seviyorsam; ona, büyük, muhteşem günlere bağlı isem emin ol ki bu, ölülerin de bu toprakta ve hayatımızda bir söz hakkı olduğunu düşündüğüm içindir.”

                                                                                               Ahmet Hamdi Tanpınar

Mareşal Fevzi Çakmak ve Atatürk

Bu yıkımlardan en hazini Mareşal Fevzi Çakmak’ın köşküne aittir. Bizim semtimizin en tarihi binası Mareşal Fevzi Çakmak’ın köşküdür. Belki de bu talan sürecine en uzun süre dayanabilen köşk olduğu için bende en çok iz bırakan da odur.

Mareşal Fevzi Çakmak’ın kızı Nigar Hanım’ın

nişan töreninde Atatürk – 20 Aralık 1929

Mareşal Fevzi Çakmak Atatürk’ün en yakın silah arkadaşlarından ve Cumhuriyet tarihinin en önemli “mimar”larındandır. Mareşel Fevzi Çakmak’ın iki kızı vardır. Bugün yerinde devasa bir beton yığınının yükseldiği (Büyükhanlı Residans) köşkün arazisi Atatürk tarafından Mareşal Fevzi Çakmak’a hediye edilmiş. Mareşal’in kızlarından Muazzez Hanım’ın verem olduğunu bilen Atatürk kızının sağlığına kavuşması için o zamanlar havası temiz olan bu bölgede bir arazi hediye etmiş. Mareşal bu arazide çok düşkün olduğu kızı Muazzez Hanım için bir köşk inşa ettirmiş.

Köşkün bizim evimizden görünüşü

Mareşal vefatından önce bahçedeki her ağaç için bir “nüfus kağıdı” çıkarmış, ağaçların vefatından sonra kesilmesini engellemek ve hepsinin varlığını belgelemek için. Ayrıca, bu köşkün sadece bir eğitim ya da sağlık vakfına devredilebileceğiyle ilgili bir vasiyet bırakmış. Yıllar içinde, köşkün bahçesindeki ağaçların çürümeye ve devrilmeye başladığı gözlemledik. Rahmetli annem, ağaçların bilinçli ve sistematik bir biçimde kurutulduğunu gözlemlemişti. Hatta, bu konuda program yapan bir televizyon kanalının bahçede yaptığı bir çekimde tanıklık yapmıştı.

Erenköy’ün dönüşümüne yakından tanıklık eden rahmetli annem Güner Doğrusöz

Mareşal Fevzi Çakmak’ın köşkü yıkılmadan önce

bahçesinin evimizden görünen manzarası

Yıkımından yıllar önce, Mareşal Fevzi Çakmak’ın köşkünün yıkıldığı bir kabus gördüğümü hatırlıyorum.

Semtimizin en değerli tarihi yapısının kurtarılması ve restore edilmesi için Amerika’daki varisleriyle bağlantıya geçmeye çalıştım. Ancak, kısa bir süre sonra Mareşal’in vasiyetine ihanet edenlerin kimler olduğunu fark edecektim. Çabalarım karşılıksız kaldı…

Mareşal Fevzi Çakmak’ın vasiyetine rağmen ağaçlar yok ediliyor!

İnşaat başlamadan hemen önce

Ağaçlara son kez bakış!

Köşke son darbe…

Bugün, bu tarihi yapının yerinde devasa bir beton yığını var…ne bahçesinde, ne de duvarlarında bir zamanlar burada Cumhuriyet Tarihinin en önemli Mareşallerinden Fevzi Çakmak’ın köşkü olduğuna dair bir “ipucu” var. Bahçesinde küçük bir müze, toplumsal belleği canlı tutacak fotoğraflar ya da bir heykel yok!  Bu beni tabii ki şaşırtmıyor…Cumhuriyet tarihi, Mareşal Fevzi Çakmak’ın vasiyeti ya da toplumsal hafıza ne inşaat şirketinin, ne semt sakinlerinin, ne de buranın “yeni” mülk sahiplerinin umrunda!

Akrabası Mustafa Fevzi Çakmak köşk yıkılmadan önceki süreçte kendisiyle yapılan bir söyleşide köşkle ilgili duygularını şöyle anlatıyor:

“Erenköy’deki köşk içimizde bir yaradır. Atıl vaziyette. Mareşal Fevzi Çakmak 1938’de ölen kızı Muazzez halamız için yaptırmış. Onu bir ayrı severmiş. Muazzez halamız verem oluyor. Yurt dışına da götürülüyor ama kurtarılamıyor. Köşk son olarak Ahmet Bey’e kaldı. O satmak istedi, satamadı. Mareşal bugünleri görmüşcesine şerh koydurmuş tapuya; ‘Bu ev benden sonra ancak vakıf, sağlık veya eğitim amaçlı kullanabilir’ diye. 6 dönümlük köşk bahçesindeki çam ağaçlarına bile şerh koydurmuş, kesilmesin diye. Uğraşıyorlar ama dokunamadılar köşke… Öz eleştiri yaparsak maalesef ailesinin de ihmali olabilir. Mareşal aile açısından Karabekir ve İnönü kadar şanslı değildi. İnönü’nün, Karabekir’in geride kalanları unutturmadılar onları. Vakıflar kurdular, etkinlikler düzenlediler, biz başaramadık.” (http://www.haber7.com/guncel/haber/506843-maresal-fevzi-cakmakin-gozyaslari)

Bugün Erenköy’de Ömerpaşa Caddesinden geçen insanların çoğu burada Mareşal Fevzi Çakmak’ın kızı için yaptırdığı bir köşk olduğunu bilmiyor bile. Ne yazık!

 Ve Bugün

Bugün Erenköy kentsel dönüşüm kisvesi altında sürdürülen “talan” sürecinde güzelliğinden ve anılarından geride kalan son kırıntılarını da ranta teslim ediyor…herhangibir Anadolu kasabasında görmeye alışık olduğumuz ruhsuz, donuk ve gri “modern” binaları, çiçeksiz, ağaçsız “beton” bahçeleri, kaba sürücülerin birbirlerine yaşam hakkı tanımadıkları otoban sıkışıklığındaki ara sokakları, ruhunu ranta satmış insan güruhlarıyla artık yaşanmaz durumda…

Son Söz

“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.” Kızılderili atasözü

Nisan 2017 ©  Mahan Doğrusöz