Menu
DENEMELER

Türk Kültüründe Psikanalitik Kuram ve Pratik Üzerine Düşünmek ya da “İyileşme” Üzerine Bir Yol Haritası

Istanbul’da bir Bakkal ve Önündeki Çocuklar, Ara Güler, 1960’lar

Psikanaliz, batı düşünce tarihinin çocuğudur. İnsanın, kendine bakma, kendini anlama çabası batı düşünce geleneğinin bir sonucudur. Batı düşünce geleneğinde, binlerce yıla yayılan “ben kimim” sorusu 20. yüzyılın başında “derinlik psikolojisinin” doğmasına yol açmıştır. Psikanalitik kuram ve pratik, “aynayı” kişiye ve onun kendi öz dinamiklerine tutar, benliğin yapı taşlarını anlamaya, tanımlamaya, adlandırmaya ve anlamlandırmaya çalışır. Bu anlamda psikanalitik kuram, incelenecek bir “birey” olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Sınırları çizili, kendi üzerine düşünebilen, bilinçli yönüyle bilinç dışı yönlerini, yetişkin yönüyle çocuksu yönlerini, bütünlüklü yönleriyle “parçalı/yaralı/incinmiş” yönlerini analiz edebilen, anlayabilen, iyileştirebilen bir birey.

“Sükutun” altın olduğu, her kırılan kolun yen içinde kaldığı, kutuyu açınca “Pandora” misali hep kötünün ortaya çıkacağını düşüne gelen Türk kültürü psikanalitik düşünceye de, pratiğe de son derece uzaktır. Buna şaşırmamak lazım: bu topraklarda yüzlerce yıla yayılan travmalar üzerine konuşulmaz, yaslar yaşanmaz, sembolik anlamda ölüler gömülmez, gerçekle temas zayıftır, rasyonel düşünce gelişmemiştir. Bu topraklarda insanlar çocuksu, düşünceler “mistifiyedir”. Fallar, nazarlar ve büyüler diyarında, kaderin ve kısmetin hakimiyeti söz konusudur. Belki de en önemlisi, bu topraklarda “birey” hiçbir zaman var olmamıştır. Bu topraklar, herkesin birbirine benzemek istediği, sürüden ayrılanı kurtun kapacağına inanılan, ortalama olandan ayrılarak yükselmeye çalışanın “boynunun” vurula geldiği topraklardır…yaratıcı düşüncenin ödüllendirildiği değil, cezalandırıldığı topraklardan bahsediyoruz…”ayrışmanın” bedelinin sürgünler, tecritler ve idamlar olduğu, doğru söyleyenin hep yersiz, yurtsuz bırakıldığı topraklar…

“Sükut değil, sözün hakimiyeti”

Psikanaliz, sükutun değil, sözün hakimiyetine inanır. Sessizlikle örtülmüş, adı konmamış, düşünce/dil süzgecinden geçmemiş, adlandırılmamış, anlamlandırılmamış her şeye şüpheyle bakar…psişik dünyanın düşünce/söz süzgecinden geçmemiş her malzemesini “ham”, “işlenmemiş”, “çiğ” kabul eder, onunla “halleşmek” ister. Bilinç dışının, insan yavrusunun söz öncesi deneyiminin bütün sessizliğine, sözle “penetre” etmek, o alanı keşfetmek, simgesel dünyasında ona bir yer vermek ister.

“Sükutun” hakimiyetindeki bu toprakların “düşünce/söz” karşısında öylesine derin bir “direnci” var ki…Hemen hemen herkesin sessiz suç ortağı olduğu, üzerine düşünülmemiş/konuşulmamış bir travmalar toplumunda faili de, mağduru da, tanığı da düşüncenin/sözün alanına çekmek çok zor…ve bahsettiğimiz travmalar ve onlar karşısındaki sessiz tanıklıklar sadece bizim yaşam öykümüzle de sınırlı değil…bizim bireysel öykülerimizi aşan Cumhuriyet tarihinin ve ondan önceki Osmanlı tarihinin travmalarından bahsediyoruz…bugün içinde yaşadığımız “şiddet kültürüne” ve yükselen “faşizme” şaşkınlıkla bakan “bizim mahalledekilere” sık, sık sormak istediğim bir soru var: “hiçbirim/nizin üzerine düşünmediği, konuşmadığı, üzerine kafa yormadığı darbeler ve oradaki işkenceler, göz altında kayıplar, insan hakları ihlalleri, azınlıkların yaşadıkları -örneğin; 6-7 eylül olayları-, katliamlar, göz altında infazlar, kayıplarla dolu bu coğrafyada biz neo-liberal dünyanın “oyuncaklarıyla” oyalanırken geçmişin “hayaletlerinin” bizi izlememesi mümkün mü?

“Kutuyu açmak”

Psikanaliz, bize Pandora’nın kutusunu açmamız ve oradakiyle yüzleşmemiz gerektiğini ve eğer bir iyileşme varsa, bunun gerçeklerle yüzleşmeden yapamayacağımızı söylüyor.

Ezelden beri masallara, efsanelere, söylencelere, nazara, fallara ve büyülere inana gelen “çocuksu” bu kültür, kutuyu açacak cesareti gösterebilecek mi? O kutuyu açtığında karşılaştıklarıyla yüzleşebilecek mi? O kutunun içinde sadece travmalarımız yok, bize yapılanlara ek olarak, “yaşattıklarımız da” var. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanında “onlar, onlar, onlar, bir gün karşımıza oturacaklar” dediği sorgulama anına geldiğimizde, bize de hesap soracaklarla yüzleşeceğimiz o noktada “yetişkin bir birey” gibi sorumluluk alabilecek miyiz? Yaşattığımız haksızlıkların “hesabını” verebilecek miyiz? Hatalarımızdan öğrenebilecek miyiz? Af dileyebilecek miyiz? Kendimizin yıkıcı, haset, acımasız, duyarsız yönleriyle yüzleşebilecek miyiz? Bize yaşatılan acıların zedelediği dokularımızı tamir ederken, yaşattığımız acılara bakabilecek miyiz? Ve bütün bunların yanında, sessiz tanıklıklarımızla yüzleşebilecek miyiz? Bize “dokunmayan yılanlar” hemen yanı başımızdakileri sokarken umursamazca çevirdiğimiz “başlarımızla” yüzleşebilecek miyiz?

“Kırılan kol”

Kırılan kolun sağlıklı kaynamasını ve sakatlanmamasını istiyorsak, kırılan kolların “adını koymamız”, ona müdahale etmemiz ve alçıya alarak doğru bir şekilde tekrar kaynaması için ona zaman vermemiz gerekiyor…yoksa, sakat kalan ruhlarımızla yüzyıllardır süregelen bu travma kültürünün faili, mağduru ve tanığı olmaya devam edeceğiz…içimizden çıkan, gölgemiz “faşizmin” değişen görüngüleriyle mücadeleye etmeye, bir garip gölge boksu yapmayı sürdüreceğiz…

Bunu, toplumsal olarak başarabilmiş umut verici örnekler var…Beni en çok etkilemiş örnek Şili’dir…1973’de Pinochet askeri darbesiyle kesintiye uğrayan demokrasi geleneği ve o süreçte yaşadığı insan hakları ihlalleri ve derin travmalarıyla yüzleşmeyi başarmış, failleri yargılamış, mağdurların acılarını ifade etmesine zemin hazırlamış, göz altında kaybedilenler ve öldürülenlerin anılarını yaşatmayı başarmış çok önemli bir örnektir Şili. Burada psikanalitik anlamda bir iyileşme sürecinden bahsediyoruz. Kendi yaralarıyla, failleriyle, tanıklıklarıyla yüzleşebilmiş, bilinç dışına, bilinmezliğe, karanlığa, sessizliğe itilmiş deneyimlerini “dillendirebilmiş”, yasını yaşamayı, kendini iyileştirmeyi başarabilmiştir…Kurmuş olduğu İnsan Hakları Müzesi’nin (1) bizim gibi travmalarla yüklü ama bu travmalarla yüzleşememiş, sağlıklı bir yas süreci yaşayamamış ve halen faşizmin nefesini ensesinde hisseden bir toplum için çok önemli bir örnek olduğunu düşünüyorum…

Son Söz

Psikanalitik kuramın ve pratiğin hedeflediği “kendi kutularımızı” açmak ve içinde ne varsa dökmek, sükutun suç ortaklığına karşı, sözün gücünü deneyimlemek, kırılan kolların doğru kaynaması için çaba harcamak…bütün bunların hepsi bir yetişkinleşme çabasını gerektiriyor…Çocuklar, yas tutamaz. Kırılgan benliklerinin “dağılmasından” korkarlar…Bütün bu yetişkinleşme çabası ve süreci beraberinde tutulmayan yasları da getirecek…Tek umudum, Türkiye’nin -bütün sancılarına rağmen- yetişkinleşmeyi seçmesi…yoksa, “mistifiye” bir evrende yaşayan bu çocuksu halimiz, sadece ‘real’ anlamda değil, psikolojik anlamda da bir yıkım süreci olacak…

Temmuz 2018 ©  Mahan Doğrusöz

(1) Şili İnsan Hakları Müzesi –