Menu
SÖYLEŞİLER

Muazzez İlmiye Çığ’dan Atatürk’ü Dinlemek!

Mahan Doğrusöz: Muazzez Hanım, sizin ağzınızdan Atatürk’ün devrimci kişiliğini ve Cumhuriyet’in öncü kuşaklarının vizyonunu dinlemek istiyorum. Atatürk’ün bugünün Türkiye’siyle ilgili nasıl bir vizyonu vardı?

Muazzez İlmiye Çığ: O zamanki toplumun hiçbir şeyden haberi yoktu. Yazıdan haberi yok, okumadan haberi yok, hiçbir şeyden haberi yok, öyle bir toplum. İkinci Meşrutiyet’ten sonra başladı ilkokullar açılmaya. İlkokullar, öğretmen okulları açıldı, kız öğretmen okulları, liseler açıldı ama çok az sayıdaydılar. Mesela İstanbul’da bir İstanbul Lisesi, Bursa’da bir Bursa Lisesi var sadece. Ama bunlar kafi değildi, buralarda okuyanların eğitimlerini ilerletebilmesi için yüksekokullar lazım ama yüksekokul yoktu. Bir Darülfünun vardı İstanbul’da, o da çağdaş bir üniversite ayarında değildi. Sanat üzerine bir okul yoktu. Müzik yasaktı, resim yasaktı, heykel yasaktı. Bakın, en önemlisi spor yasaktı. 1924’te ilk yapılan şey, Cumhuriyet’in ilanından bir sene sonra, Musiki Muallim Mektebi’nin açılmasıydı. Yani müzik konusunda bir öğretmen okulu açıldı. Bu çok önemli. 1925’te İsviçre’den spor uzmanı bir hoca getirildi, bizde de Selim Sırrı Tarcan vardı sporcu, onunla beraber öğretmenlere kurs verdiler, sporcu yani spor yaptıracak öğretmenleri hazırladılar. Bunlardan biri de benim hocamdı. Naciye Akören isminde gencecik bir öğretmen hanım. Öğretmen okulundan yeni mezun olmuş, ondan sonra bu kursa gidiyor ve bize öğretmen oluyor. Çok da severdim onu, hepimiz çok sevmiştik. Ölünceye kadar da görüştük. Atatürk, spora, sanata, özellikle de müziğe çok önem veriyordu, diyordu ki, ‘Devrimler ancak sanatla yürür’. Bakın ne kadar büyük bir şey bu. Ondan sonra Tevhidi Tedrisat Kanunu çıkarıldı. Bildiğiniz gibi eğitim kurumlarının birleştirilip Maarif Vekaleti’ne bağlanmasıdır. Şimdi şunu da söyleyeyim, 1920’de Meclis kurulduğu zaman, zamanın Milli Eğitim Bakanı var. Olan yedi yüz medreseye dört yüz medrese daha eklemiş. Yani 1920’de dört yüz medrese açıyor. Düşünün ki 1924’te bütün bu medreseler kapanıyor ve hepsi ilkokul yani tek eğitime dönüyor. Tabii bu kadar insan ne kadar kızıyor Atatürk’e o zaman. Bir şey yapamıyorlar ve halk bunu kabul ediyor. Neden? Bakın, Atatürk bu medreseleri kapatıp, eğitimi birleştirdikten sonra bir seyahate çıkıyor, Karadeniz seyahatine, bakalım beni nasıl karşılayacaklar diye. Her yerde büyük alkış, büyük tezahüratla karşılıyorlar Atatürk’ü. Bir yerde topluluk yine böyle karşılıyor, birisi kalkıyor ‘Medreseler yeniden açılsın’ diyor Atatürk’e. Onun üzerine Atatürk de ‘Medreseler artık açılmayacak’ diyor biraz da kızarak. Bunu söyler söylemez etraftan büyük bir alkış tufanı kopuyor. Yani halk da istemiyor medreselerin açılmasını.

Mahan Doğrusöz: Atatürk’e gönülden bir destek var aslında o dönemde benim anladığım kadarıyla…

Muazzez İlmiye Çığ: Tabii halktan büyük destek gördü Atatürk. Eğer halktan destek görmeseydi bunlar olmazdı. Bu çok önemli, mesela bana gençler soruyor ‘Halk bu devrimleri kabul etti mi?’ diye, halk kabul etmeseydi bugüne kadar kalmazdı yapılanlar. Halk kabul etti, bakın, Atatürk, halkın arasındayken birisi çıkıyor ‘Medreseler açılsın’ diyor, bütün halk alkışla Atatürk’ün olmaz deyişini destekliyor. Onun için çok önemli. Tabii o günün şartlarında, o kafadaki insanlara bunları anlatıp, Meclis’te yasalaştırabilmek kolay olmadı.

Mahan Doğrusöz: Tevhidi Tedrisat Kanunu’yla Atatürk’ün felsefesi sizce neydi ve neyi hedefliyordu?

Muazzez İlmiye Çığ: Memlekette aynı düzeyde okunacak ve aynı düzeyde insan yetiştirecek bir eğitim sistemi kurmaktı amaç. Biri geride biri ileride insan yetişsin istemiyordu Atatürk. Zaten geride kalanlar memleketi yok ettiler. Koskoca Osmanlı Devleti neden yıkıldı? Çünkü o din üzerine kurdu kurumlarını, bilime önem vermedi, sanata önem vermedi. Buna mukabil Avrupa, 16. Yüzyıl’dan itibaren bunlara önem vermeye başladı. Sanata ve bilime önem vermeye başladı ve bunlarla yükseldi.

Mahan Doğrusöz: Yani Atatürk geç bir Rönesans’ı başardı…

Muazzez İlmiye Çığ: Tabii ki. Biz Rönesans’ın R’sine geçmemiştik daha. Atatürk Rönesans’ı getirdi ülkeye sanatıyla, bilimiyle. Yalnız o da değil. Örneğin, yazımız eski Arapçaydı. Arap yazısı Türk diline asla uymayan bir yazı, çünkü Arap yazısında vokaller yok. Türkçede çok vokal var, Arapça’da vokal yok ya da çok az vokal var. Vokalsiz yazı yazmak çok zor tabii. O bakımdan Arapça bizim dilimize hiç uymayan bir dil. Bu yazının değişmesi daha önce de, Tanzimat’ın son zamanlarında konuşulmuş, fakat becerilememiş. Cesaret edememişler. Atatürk bunu başardığı zaman diyorlar ki ’Zorla yaptı’. Halbuki inanın, millet yazı öğrenmek için adeta birbiriyle mücadele etti. Bir kere, ilk zamanda kurslar açıldı, denmedi ki şu kadar zamanda yazı öğrenilmezse ceza var. Katiyetle baskı yoktu. Ama millet koştu, yaşlısı genci herkes birden. Bakın bunu en güzel National Geographic dergisinde bir fotoğrafta gördüm. O günlerde, bir dükkanın vitrin camına alfabeyi yazmışlar, bir yaşlı gelmiş orada oturmuş kalemle alfabenin harflerini kopyalıyor. Diğer yerde, bir genç çocuğun harfleri kopya ettiğini gösteriyor. Bu, halkın yeni alfabeyle ne kadar ilgilendiğini gösteriyor. Bu somut bir kanıt ve hakikaten öyleydi. Hepsi koşarak geldi ve koşa koşa yeni alfabe öğrenildi. Atatürk, ağustos ayının sonuna doğru -kitaplarda da var bu anekdot- Gülhane parkında bir toplantıya katılıyor. Halk Partisi’nin düzenlediği bir toplantı. O toplantıda saz var, şarkı söyleyecek kadın da bir Mısırlı, bizde şarkı söyleyecek kadın da yok o zamanlar…

Mahan Doğrusöz: O dönemde Müslüman kadınlar sahneye çıkamıyorlar değil mi?

Muazzez İlmiye Çığ: Tabii çıkamıyorlar, o da Müslüman nasıl çıkmış bilmiyorum. İşte o toplantıda, Atatürk bir yazı yazıyor, arkadaşına veriyor orada okuyorlar, ‘Ey arkadaşlar, bundan sonra artık yazımızı değiştiriyoruz güzel bir yazı olacak ve hepimiz en güzel şekilde öğreneceğiz okumayı, yazmayı’ diyor. Oo, bir kıyamet, herkes alkışlıyor, ondan sonra Atatürk kadehini kaldırıyor ‘Hep beraber şerefe’ diyor. Bakın ağustosun sonlarında oluyor bu. Ondan sonra kalkıyor galiba Gelibolu tarafında bir yerlere gidiyor. Orada başlıyor, kara tahtayı getirtiyor hadi bakalım harf yazalım diye, her gittiği yerde insanlar toplanıyor etrafına, kim gelirse artık kasabı,hamalı… Böyle bir şekilde başlıyor. Ondan sonra Anadolu’ya gidiyor, inanır mısınız oralara gitmeye başlayınca hemen Latin harfleriyle yazılmış pankartlarla karşılıyor O’nu halk. Atatürk’e mektuplar yazıyorlar bu harflerle, halkta böyle büyük bir heyecan var öğrenmek için. Ve ancak ondan sonra kanun çıkıyor. Kasımın birinci günü kanun çıkıyor. Hatta gazetelerde filan diyorlar ki altı senede olsun geçiş, bu süreçte hem eski yazıyı, hem yeni yazıyı kullanalım. Atatürk ‘hayır’ diyor ‘bu yazıyla yazmaya başlayacağız’.

Mahan Doğrusöz: Ve halk çok hızlı bir şekilde Latin harflerini öğreniyor…

Muazzez İlmiye Çığ: Öğrendi. Çünkü kolay, eski harflerle benim adımı yazsanız ‘Mzzz’ yazarsınız, çünkü sesli harfler yok. İmkan yok, yazmak için ezberlemek lazım, kelimeleri ezberleyeceksiniz. Tabii biraz da Arapçadan anlamak lazım, yoksa öyle kolay öğrenilmiyor. Onun için halk okuma bilmiyor, yazı bilmiyor.

Mahan Doğrusöz: Söylediklerinizden şunu anlıyorum Muazzez Hanım, önce halkta değişime karşı bir coşku var, ondan sonra yasalaştırılıyor. Yasalar halka tepeden inme olarak getirilmiyor…

Muazzez İlmiye Çığ: Evet çok doğru. Kıyafet Kanunu da aynı şekilde. Ben ama bunları hep sonradan fark ediyorum, o zaman fark etmediğimiz şeyler bunlar. Benim annem çok becerikli bir kadındı, rahmetli. Babam öğretmen, elbise yok, terzi yok, terzi olsa para yok. Babamın eski elbiselerini sökmüş, onları kalıp yaparak yeni elbise dikmiş babama, pantolon falan. Şimdi halk o zaman şalvarları atıp pantolon giymeye başlamış. Ne zaman biliyor musunuz 1921’de. Çünkü 1. İnönü değil, 2. İnönü Muharebesi’nde, biz Eskişehir’e kaçtık. Eskişehir’de paramız yok. Annem bakıyor erkekler pantolon giymeye başlıyor, hemen bir küçük dikiş makinesi buluyorlar, ondan sonra kumaş alıyorlar annem pantolon dikmeye başlıyor. Pantolonlar satılıyor ve o parayla geçim sağlıyoruz. Hatta o kadar sıkıntı var ki ben hasta oluyorum orada, kızamık oluyorum, bana süt veriyorlar kardeşime veremiyorlar. Kardeşim ‘Ah ben de hasta olsam da ablam gibi süt içsem keşke’ diyor. Yani o derece yokluk var. Annem pantolon dikiyor 1920-21 arası, sonra biz Çorum’a gidiyoruz. Çorum’da annem bakıyor orada da millet pantolon giymeye başlamış. Yine pantolon dikmeye başlıyor, babam öğretmenlik yapıyor. Daha Kıyafet Kanunu yok, biliyorsunuz kanun 1928’te çıktı. 1925’te ben ilkokuldayken biz Bursa’ya geldik. Babam rahmetli çok meraklı illa benim keman dersi almamı, Fransızca öğrenmemi istiyor. Zaten doğmadan önce de hep ‘Kızım olsun, Fransızca öğreteceğim’ dermiş. Şimdi Bursa’ya geldik o zaman yurttan Yunan yeni çıkmış, memleket perişan vaziyette. Sonra beni özel bir okula verdiler, keman dersi ve Fransızca vardı, ilkokul beşinci sınıftayım. Resmi okuldan aldı, oraya verdi babam. Keman alacak para yok. Neden bilmiyorum anneme birisi şapka diktirmiş. Şapka da herhalde kasket, bunlar hep sonradan düşündüğüm şeyler. Annem şapka dikiyor kasket dikiyor ve yaptığı şapkalar Bozüyük pazarında satılıyor, 1925 yılında. Şapka Kanunu 1928’de çıktı. 1926’da ben öğretmen okuluna gireceğim ama yaşım tutmadı, bir yaş büyütmek lazım. Onun için mahkemeye gidilmesi lazım. Babam gitmiş -meraklı çok ya bana-bir şapka almış, kadın şapkası, böyle bayağı güzel eski filmlerde görülen şapkalardan. Öyle götürdüler beni mahkemeye. Hakim bile gülmüş bıyık altından benim kılığıma. Şimdi orada 1925’te kadın şapkası satılıyor, Bursa gibi bir yerde. Düşünün, İstanbul değil, Bursa’da. Bunlar hakikaten anlatılması gereken şeyler. Ben yakın zamana kadar bunları gayet tabii olarak karşıladım sizler gibi, fakat bazıları ortaya çıkıp da Cumhuriyet tarihi hakkında yalanlar söylemeye başlayınca düşünmeye başladım; yahu 1925’te benim annem şapka dikti, ne demek şapka 1925’te? Daha Şapka Kanunu yok.

Mahan Doğrusöz: Kıyafet sözünü açmışken oradan devam edelim isterseniz. Muazzez Hanım, Atatürk’ ün bir sözü var, ‘Türk kadını! Yüzünüzü cihana gösteriniz’ diyor.

Muazzez İlmiye Çığ: Türk kadını bunu hevesle karşıladı. Bir örnek vereyim. 1924’te daha Kıyafet Kanunu yokken, Çorum’dan yeni gelmiştik dedemin evine, babam anneme ‘Sana şapka alacağım’ dedi. Annem de ‘Alırsın almasına ama ben baştan aşağı her şeyimin şapka giyen bir kadın gibi olmasını istiyorum’ dedi. ‘Öyle olmazsa şapka takmam’ dedi. Yalnız bir manto üzerine bir örtü alıyordu başına, öyle başladı yani… Ben annemi çarşaflı hatırlamıyorum. Kadınlar erkenden çıkmaya başladılar çarşaftan.

Mahan Doğrusöz: Kadının statüsüyle devam edelim isterseniz. Atatürk, toplumda kadının statüsünü nasıl değiştirdi sizce?

Muazzez İlmiye Çığ: Bir kere ben şuna kaniyim ki, devleti idare edenler ne yaparlarsa, arkadan halkı da sürüklüyorlar. Devleti idare edenler başladılar değişmeye. Mesela, Fethi Okyar’ın karısı gayet şık bir hanımdı, diğer hanımların da hepsi öyle. İsmet İnönü’nün hanımı Lozan’a giderken şapka giydi. Şimdi onlar böyle yapınca etrafındaki kadınlar da onlara uyuyor yavaş yavaş. Yani topluma model oluyorlar tabii. Bugünün Başbakanı’nın karısının modeli neyse, o zaman da onların kıyafeti model oldu. Ve o dönem herkes öyle. Fotoğraflara bakarsanız Atatürk’ün yanında hep şapkalı hanımlar vardır. Yıl 1926, bana şapka getirdiler, kadınlar hep şapkalı, fotoğraflar da bunun kanıtı. Sonra ben şuna da şaşırıyorum; 1931’de öğretmen oldum, Eskişehir’e geldim. Bir kere sinemaya giderdik, sinema vardı. Tiyatrolar gelirdi ve kadın erkek ayrımı olmadı hiçbir yerde. Onu ben yaşamadım. Hep beraberdik. Sonra hatırlıyorum Porsuk çayı kenarında çay bahçeleri var, kahveler var oralara giderdik kadınlı-erkekli. 1931-36 yıllarında, ben böyle kısa kollu veya kolsuz elbiselerle genç kız olarak gidiyordum. Sonra o zaman balolar olmaya başladı, müthişti. Eskişehir’de bir gecede dört balo olurdu. Bizim büyük bir grubumuz vardı. Erkekli kızlı yani aile olarak sekiz on aileydik. Her hafta toplanırdık, dans ederdik. Bir balo olur arabalara biner hep beraber gideriz, bir gecede üç dört baloya gittiğimiz olurdu. Askeriyenin balosu olur, vilayetin balosu olur, belediyenin balosu olurdu, onlara giderdik. Hale bakın, ben kendi çocuklarıma benim yaşadığım genç kızlık hayatını yaşatamadım.

Mahan Doğrusöz: Benim anladığım o cemiyetlerde kadın-erkek ayrımı yok.

Muazzez İlmiye Çığ: Hakikaten hiç ayrım yoktu. Bu kadar sene sonra böyle bir karşı devrim olmasına şaşırıyorum.

Mahan Doğrusöz: Bunu neye bağlıyorsunuz?

Muazzez İlmiye Çığ: Ben bütün bunları siyasi çıkarlara bağlıyorum. Tanrı, din, kuran üzerinden iktidar elde etmek istiyorlar. Benim kanaatim o. Bu iktidarı elde etmek için de kadını kullanıyorlar. Kadını ne kadar kapatırlarsa, ne kadar elde tutarlarsa o kadar başarılı hissediyorlar. Şimdi boyuna kadın cinayetleri oluyor, o zaman hiç böyle şey duymazdık.‘Gazeteler yazmıyordu o zamanlar’ diyorlar. O zaman genç kız olarak bütün arkadaşlarım Türkiye’nin birçok yerine öğretmen olarak gittiler. Hiçbirinden böyle olayları duymadık, bırak gazetede okumayı. Neden olmuyordu böyle şeyler? Çünkü devletin başındakilerin bunlara müsaade etmeyeceğini biliyordu halk, halk devletin kadına önem verdiğini biliyordu. Ne zaman devletin başındakiler kadını insan yerine koymamaya başladılar, sonuç böyle oldu. Doğru dürüst ceza veriyorlar mı? Vermiyorlar. Verseler bak ne olur. Ben tüm suçu memleketi idare edenlerde buluyorum.

Mahan Doğrusöz: Oysa Atatürk döneminde kadına öyle bir değer veriliyor ki, dünyanın ilk kadın savaş pilotu bir Türk ve en önemlisi kadınların okuması, eğitim alması destekleniyor…

Muazzez İlmiye Çığ: Aslında biz Türklerde kadının konumu son derece yüksektir. Hakanın yanında daima karısı bulunmuş, işlere beraber imza atmışlar. Kadınlar silahlanıp savaşa gitmiş. Kurtuluş Savaşı’nda ne kadar kadın silahlandı, çetecilik yaptı. Bu kanımızda olan bir şey, yapabildi bunları kadınlarımız. Zaten Atatürk de kadınlarımızı, bu kadar fedakar olan kadınlarımızı görmeyen erkeklere çok kızdı. Dede Korkut’ta bir hikaye var, orada bir delikanlıya ailesi ‘Evlen’ diyor zorluyor. ‘Buraya bakın’ diyor delikanlı, ‘ben sizin istediğiniz gibi güzel bir kız değil, benim gibi ata binen, benim gibi ok atan, benim gibi koşan bir kadın arıyorum’ diyor. Ve sonunda buluyor onu.

Mahan Doğrusöz: Kendine denk birisini arıyor…

Muazzez İlmiye Çığ: Evet. Yani eşitlik arıyor kadında. Bu çok önemli, bizim kanımızda bu var. Ama din baskısıyla bunu kapatmaya çalışmışlar.

Mahan Doğrusöz: İsterseniz din hakkında konuşmaya devam edelim. Konuşmak istediğim en önemli konulardan birisi de Atatürk’ün Laiklik ilkesi…

Muazzez İlmiye Çığ: Bu Atatürk ilkelerinin en önemlisidir ama şimdiki iktidar laikliğin ne olduğunu anlamadı bir türlü. Laikliğe dinsizlik dediler.

Mahan Doğrusöz: Atatürk’ün kurmak istediği laiklik anlayışını sizin ağzınızdan duymak istiyorum…

Muazzez İlmiye Çığ: Laiklik, dinin devlet işlerine karışmaması ve kimsenin dinine, inancına karışılmamasıdır. Bu çok önemli, istediğin inanca sahip olabilirsin ama gidip de başkasına, sen niye “sahip değilsin” demeye hakkın yok, bunu söylemeyeceksin. Şimdi ben size en basit bir misal anlatayım; Laiklik kanunen Anayasa’ya girdikten bir süre geçti annem çok akıllı kadındı, ‘Aman kızım millet amma da hevesliymiş dinini bırakmaya, sanki Atatürk onlara dininizi bırakın dedi’ dedi. Şimdi bu Laiklik çıktıktan sonra, “taraftar” gazeteler başladılar dinin aleyhinde yazmaya. Din aleyhinde yazana en az üç seneye kadar hapis verildi. Ceza kanununda da yeri var. Yani din de bu şekilde korundu.

Mahan Doğrusöz: Yani dine de saygı duyuldu…

Muazzez İlmiye Çığ: Evet. O zaman hakikaten birdenbire bir serbestlik havası oluştu. Herkes de bunu hissetti. Sinemaya gidiyoruz, tiyatroya gidiyoruz, yiyoruz, içiyoruz… Herkes bambaşka oldu, serbest olduk. Camiler kapanmadı, ibadethaneler kapanmadı. Şimdikiler bu lafı istismar ediyor. Ben kendi kulağımla duydum Başbakan’dan da laiklik dinsizlikmiş. Laiklik dinsizlik değildir. İstediğin gibi ibadetini yap, ister namaz kıl ister kılma. Yalnız kimseyi de zorlama.

Mahan Doğrusöz: Yani ibadet özgürlüğünü de korudu, İslam’a saygıyı da korudu Atatürk bütün bunları yaparken

Muazzez İlmiye Çığ: Evet. Sonra dinimize en büyük yardımı ve katkısı Atatürk’ün, Kuran’ı Türkçeye çevirttirmesidir. Eğer O bunu yapmasaydı daha hala yapılmayacaktı. O dönemde benim kızım gibi gördüğüm doçent bir hanım var, çok severim kendisini. Birge denilen bir yerde Aydın taraflarında bir alan çalışması yaptı. ‘Tam da Ramazan ayında gittik,’ diye anlatıyor;‘hava sıcak, yanımda bir talebe var, karşıdan iki bey geliyor’ diyor. Onlardan birisi belediye başkanı, birisi de oranın imamıymış. ‘İmam,’ diyor ‘çıkardı bize portakal verdi, ‘biz Ramazan olduğu için almaya çekindik’ diyor. İmamsa ‘Kızım yiyin’ demiş… O kadar hoşlarına gitmiş, o kadar şaşırmışlar ki. Böyleydi din, sen yiyorsun beni özendiriyorsun anlayışı yoktu. Özenmeyeceksin. Eğer yiyeceksen ye, hakikaten oruç tutacaksan, namuslu inançlı bir şekilde, o zaman özenmeyeceksin.

Mahan Doğrusöz: İsterseniz biraz da Medeni Kanun’la devam edelim. Atatürk Medeni Kanun’la nasıl bir anlayış getirdi ve gündelik yaşamı, kadın-erkek ilişkilerini nasıl değiştirdi?

Muazzez İlmiye Çığ: Bakın, Medeni Kanun 1926’da kabul edildi. 1924’te Meclis’te mebuslar kendilerine göre bir aile kanunu yapıyorlar. Yani bir taslak hazırlıyorlar. Bu taslakta evin reisi erkek, kadın okuyamaz, okursa eğer ahlaksız olur, etrafındakileri de ahlaksız yapar. Çocukların terbiyesi erkeğe aittir ve buna benzer birçok şeyler yazıyorlar. Atatürk bu taslağı görünce sinirleniyor ve ‘Bu adamlar Kurtuluş Savaşı esnasında kadınların fedakarlığını görmedi mi? Onları nasıl böyle ikinci plana atarlar?’ diyor. 1926’daki kanunda o kafadaki adamlara bu konudaki değişiklikleri kabul ettirmesi son derece önemli. İşte o kafadakilerin çocukları, torunları şimdi de kadın özgürleşmesine karşı çıkanlar.

Mahan Doğrusöz: Halkın Medeni Kanun’un kabul edilmesine tepkisi nasıldı? Çünkü daha önce erkekler çok eşli evlilik yapabiliyordu…

Muazzez İlmiye Çığ: Hiçbir tepki olmadı. Yani bir ayaklanma olmadı. Herkes birdenbire her yere kadın-erkek beraber gider oldu. Yani hiç ayrım olmadı demiyorum ama birden nasıl oldu bende şaşırıyorum, kadın erkek ayrımı minimuma indi. Sinemalarda, sosyal ortamlarda kadın-erkek ayrımı kalkıverdi.

Mahan Doğrusöz: Muazzez Hanım, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hititoloji bölümüne yazıldınız ve Sümeroloji okudunuz orada. Atatürk’ün emriyle kurulan bir fakülte bu. Biraz bu fakültenin o dönemde kurulmasının sizin için ne ifade ettiği üzerine konuşalım isterseniz. Çünkü sizin yakından bildiğiniz bir tarih var orada…

Muazzez İlmiye Çığ: Atatürk ilkokulları evvela birleştirdi ama henüz yüksekokullar açılmamıştı. Yüksekokul açsa, orada eğitim verecek insan yok. Bu yüzden daha ilk senelerden itibaren liselerde başarılı olan gençlere imtihan açıldı ve çeşitli yerlere onlar gönderildi. Avrupa’ya hatta Amerika’ya bile başarılı öğrenciler gönderildi. Ama onların öğrenimlerini tamamlayıp, gelip burada eğitim vermesi tabii çok zaman alacak bir şey. Fakültelerin, bilhassa Ankara’da yüksekokulların açılması lazımdı. İstanbul Üniversitesi yani İstanbul Darülfünunu’nun ıslah edilmesi, zamana uygun bir eğitim verecek hale getirilmesi gerekiyordu. İşte bunları düşünürken, tam o sırada Almanya’da Hitler başa geçiyor ve kürsülerinde Yahudi olan, profesörleri Yahudi olan ya da ailesinde Yahudi olan profesörleri doçentleri işten çıkarıyor. Tabii parasız ne yapacaklar, derhal bir dernek kuruyorlar İsviçre’de ve her tarafa müracaat ediyorlar. Amerika, göçmen memleketi olduğu halde onları kabul etmiyor. Şimdi o sırada da biz yüksekokullar için bir program hazırlamak üzere. İsviçre’den bir profesörü davet ediyoruz. Ama burada çok enteresan Atatürk diyor ki bu programı hazırlayan gence,‘Sakın ha programda bizim kendi kültürümüz ihmal edilmesin, ön plana alınsın’. Çok ilginç bu. Ondan sonra profesör buraya geliyor ve bu işleri yaparken derneği kuranlar onun bulunduğu ülkeyi hatırlıyorlar ve kendilerinin de kabul edilip edilmeyeceğini merak ediyorlar. Nihayet müracaat ediyorlar, Atatürk, ‘Derhal gelsinler’ diyor. Gelenlerle 1933’te bir antlaşma yapılıyor. Çok güzel bir antlaşma oluyor, ben ağladım onu okuduğum zaman. Deniliyor ki, ‘Bundan sonra bu şahıslar ister hapiste, ister sokakta olsun artık Türk hükümetinin memurudurlar. Alman hükümetinin onlara herhangi bir engel çıkaracağını tahmin etmiyoruz. Şayet çıkaracak olursa biz karşılamasını biliriz’. Yani on senelik bir devletin bu kadar güçlü bir şey yazması beni çok şaşırttı ve çok heyecanlandırdı. Ondan sonra onları getirmeye başlıyoruz ve onlar gelince de fakülteler açılmaya başlanıyor. Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ziraat Fakültesi açılıyor. İstanbul Üniversitesi modernize ediliyor ve böylece büyük bir eğitim ağı kuruluyor. Yüksekokullar öğretime açılıyor. Tabii profesörler bizim dilimizi bilmiyor, onlara tercüman veriyorlar, onlarında ayrıca parası veriliyor. Fakat profesörlere şu emir veriliyor, üç senede eğitim verecek derecede iyi Türkçe öğreneceksiniz. Bu adamların elinde Türkçe öğrenecekleri kitap yok tabii. Almanya’da böyle kitaplar varmış, ‘Temin edilebilir mi?’ diye soruyor hocalar, derhal alınıyor. Yani kitap istediler alındı, laboratuar istediler yapıldı, her şey böyle birdenbire sağlandı. Bu ne kadar büyük bir şey düşünün, o zaman ki halle benim aklım ermiyor, nasıl yapıldı bunlar diye. Profesörlerin bütün istekleri gerçekleştirildi ve böylece fakülteler kanalıyla yüksek eğitim başladı. Zaten bugünkü eğitimin temelini onlar kurdular, tamamını. Onlar kurmasaydı böyle bir eğitimin olmasına imkan yoktu. Çünkü bizim çocuklarımız gidip eğitim görüp de gelecek, sonra burada onu başlatacak, bu imkansız. Bizden yüz elli-yüz altmış çocuk gitti yurt dışına, halbuki yurt dışından gelen hoca sayısı bin iki yüz kişi.

Mahan Doğrusöz: Ve gelen hocalar geri dönmemişler, o kadar çok Türkiye’yi benimsemişler ki…

Muazzez İlmiye Çığ: Hem de nasıl. Geri dönenler de oldu, çünkü dönmek mecburiyetinde kaldılar. Gestapo yani Almanya onlar geldikten sonra uyanıyor. ‘Derhal onları iade edin, Türkiye’ye biz buradan daha iyilerini göndereceğiz’ diye devamlı haberler geliyor. Gelen hocaların aleyhinde haberler çıkarıyor Almanlar. Ülkemize de adamlar göndermişler, bizim bile haberimiz olmadı. Onları geri göndermemiz için devamlı baskı yapıldı. Savaş bittikten sonra gönderebildik. Fakat sonuçta muazzam faydaları oldu memlekete, eğer olmasalardı imkansızdı böyle bir gelişme. Bugünkü duruma gelmemize imkan yoktu.


Mahan Doğrusöz: Musevi kökenli Alman mıydı hocaların çoğu…

Muazzez İlmiye Çığ: Bazıları mesela benim Sümeroloji hocam, savaşa gitmiş askerlik yapmış. Sonra mesela Hititoloji hocamız Hristiyan olmuş, ailesi ona rağmen Musevi’ydi. Hatta onların yanında Nazi rejimine karşı olan ve Yahudi olmayan Almanlarda geldi. Mesela bizim fakültede de vardı öyleleri. Bizim fakültenin kurulmasıyla ilgili olarak da, ‘Efendim ne lüzumu var bu kadar gelişmemiş bir memlekette Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne, daha başka fakülteler mesela fen fakültesi kurulabilir’ diyorlar. ‘Hayır’ diyor Atatürk, şunu düşünüyor; o zamana kadar Türk dili, Türk kültürü ve Türk tarihi ile hiç kimse meşgul olmamış. Hiçbir şey yazılmamış. Biz bu topraklarda daha önce bir ümmet olarak,Osmanlı olarak devam etmişiz yaşamaya ama bu topraklarda genel olarak konuşulan bir dil var –Türkçe- yani Türk toprağı burası. Ama ne zaman geldik bu topraklara, hep burada mıydık ya da nereden geldik, tarihimiz nereye kadar gidiyor, dilimiz nereye kadar gidiyor, sanatımız ne? Hiç biri bunların araştırılmamış. İşte bunları araştıracak elemanlar yetiştirmek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi açılıyor. Bu elemanlar nasıl, nereden yetişecek yani onlara kaynak bulmak lazım bu kaynaklar nerede? Türklerin tarih boyunca münasebette olduğu bütün milletlerin dili ve tarihi fakültede ders olarak kondu. Çince, Hintçe, Farsça, Arapça, Rusça, Macarca, Latince, Yunanca… Bakın bütün bu diller ve tarihleri, bu kültürlerin hepsini araştıracaklar. Ondan sonra Atatürk, Hititlerle ilgili bir kazı yapıldığını öğrenmiş ve onlara ait bazı tabletlerin bulunduğunu. Hatta 1931’de Fransa’da çıkarılacak olan ilk Hititoloji dergisinin himayesini almış Atatürk. Onun için fakültede Hititoloji de olmalı diye karar verilmiş. Hititlerin Türklerle bir ilişkisi var mıydı, bu topraklar daha önce nasıldı, ne kadardı, bu kültürlerin arasında bir benzerlik var mıydı? Tüm bunların araştırılabilmesi için. Sonra Sümerlere geliyor. O -bir Fransızca bir kitapta okumuş- diyor ki, ‘Sümerler Orta Asya’dan gelmiş olabilirler, dilleri Orta Asya dillerine benziyor’. Altını çizmiş bunların. Ben o kitabı gördüm, yanına kocaman bir ‘mühim’ notu düşmüş eski harflerle. Şimdi bizim bu branş başka yerlerde Asuroloji olarak geçer. Çünkü Asur tabletleriyle evvela bu dilin yazıları çözüldü, onun için Asuroloji diye geçer başka yerlerde. Atatürk,‘Bırakın şu Samileri’ demiş, ‘bu bölümün adı Sümeroloji olacak’. Ve öylede… Bölümün adının Sümeroloji olmasına Atatürk bizzat karar veriyor. Onun zamanında bazıları Almanya’da Sümerceyi Türkçeye benzetmişler. Hatta birisi ‘Sümerler Türk’tür’ demiş. Ama Atatürk kanıt istemiş bu konuda. O her konuda kanıt istemiştir. Yani Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kuruluş nedeni, Türk tarihi, Türk kültürü ve Türk dili üzerine çalışmak ve bu konularla ilgili geçmişi araştırmaktı. O zamandan bugüne hakikaten birçok arkadaş yetişti ve güzel şeyler de yapılıyor, bulunuyor. Tarihte güzel çalışmalar var. İşte ben de elimden geldiğince bu diller, bu kültürler, bilhassa Hitit ve Sümer kültürleri üzerine çalıştım. Bu konuların halka inmesini istiyordu Atatürk. Yani halk duysunda ilgilensin, bunun üzerine heveslensin, çalışsın diye. Onun için Sümerbank, Etibank koymuştu yeni açılan bankaların adını. Ben de O’nun arzusunu yerine getirmek için, halka dönük kitaplar yazdım ve faydalı da olduğunu görüyorum.


Mahan Doğrusöz: Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki kalkınma hamlesi hakkında yeni nesillere neler söylemek istersiniz?

Muazzez İlmiye Çığ: Osmanlı Devleti yıkıldı, Hazine’de beş kuruş para yok, üstelik borçluyuz. Yeni Meclis kuruldu. O Meclis’in geliri halktan alınan vergiler. Halk da fakir ne kadar verecek? Sonra Osmanlı zamanında köylüden alınan aşar vergisi vardı, onu kaldırdılar. Şimdi bu vaziyette, elde olan parayla başka yerden borç almıyoruz. Osmanlının borcu üzerimizde, yani 1. Dünya Savaşı’nın borcu var onu ödüyoruz. Her taraf, Doğu Anadolu, Batı Anadolu, yanmış yıkılmış. Öyle perişan insanlar… Bu vaziyette bir taraftan eğitim için okullar açılıyor, yurt dışından profesörler getiriliyor, diğer taraftan fabrikalar açılıyor; Batı Anadolu’da, Doğu Anadolu’da… Düşünün öyle hesap ediliyor ki, Batı Anadolu’da Nazilli Fabrikası, orta yerde mesela silah fabrikası, ondan sonra Kayseri’de uçak fabrikası, Erzurum’da şeker fabrikası… Fabrikalar öyle bir düzenle yapılıyor ki, içlerinde kreşler, eğlence yerleri, müziğiyle her şeyiyle. Yol yapılıyor, tren yolları. Onlar yapılırken tüneller yapılıyor; tüneller şimdiki gibi öyle kepçelerle değil elle kazılıyor düşünün. Çimento fabrikaları açılıyor. Çimento bile yok memlekette. Bütün bunlar yapılırken dışardan beş kuruş para almıyoruz üstelik. Bankalar açıyoruz, mesela Merkez Bankası’nı açmaya çalışıyoruz. Oo kıyamet kopuyor, Almanlar ‘Siz yapamazsınız’ diyor. Merkez Bankası açılıyor, bankalar açılıyor yani bütün bunlar yapılıyor ve beş kuruş borçsuz olarak yapılıyor.

Mahan Doğrusöz: Muazzez Hanım, söyleşimizin sonuna yaklaşırken size yeni nesillere nasıl bir mesaj vererek bu söyleşiyi noktalamak istediğinizi sormak istiyorum…

Muazzez İlmiye Çığ: Bir, bence Cumhuriyet tarihini iyi okusunlar, bu çok önemli. Ondan sonra tarih okusunlar, kitap okusunlar, çalışsınlar ve boşa vakit geçirmesinler.

Mahan Doğrusöz: Eski Sümer atasözündeki gibi…

Muazzez İlmiye Çığ: ‘Boşa vakit geçirdin, neye yaradı?’ diyor Sümer atasözü. Ne kadar güzel değil mi?.’ Boşa vakit geçirdin, neye yaradı?’ sorusu çok önemli. Hakikaten vakti boşa harcamak neye yarıyor? Düşünün dört bin yıl önce, Sümerler ‘Biliyorsun, neden öğretmiyorsun?’ diyor.

Mahan Doğrusöz: Çok teşekkür ederim Muazzez Hanım.

Muazzez İlmiye Çığ Kimdir?

Muazzez İlmiye Çığ 20 Haziran 1914’te Bursa’da doğdu. Bu yıl tam 100 yaşına bastı. 1936 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Hititoloji Bölümüne kaydoldu. 1940 yılındaki mezuniyetinden sonra İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi Çiviyazılı Belgeler Arşivinde uzman olarak çalışmaya başladı. Müzede çalıştığı 31 yıl boyunca müzenin deposunda bulunan Sümer, Akad ve Hitit dillerindeki binlerce tableti temizleyip, sınıflandırıp, numaralandırdı. 74.000 tabletten oluşan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturdu. Toplam 13 kitabı vardır.

Redaksiyon aşamasında bana destek veren sevgili dostum Gamze Fidan’a sonsuz teşekkürlerimle…

Ekim 2013 © Mahan Doğrusöz