Menu
DENEMELER

Kitleler İçin Psikoterapi Mümkün mü?

Çevrelendiğimiz Gerçeklik

Henry Cartier Bresson, Istanbul, 1964

Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz.

Daryush Shayegan

Yarılmış bir gerçekliğin içinde yaşıyoruz. Zamansal, mekansal, kültürel, duygusal, zihinsel ve sınıfsal bir yarılma söz konusu olan. Birbirine değmeyen, teğet geçen iki ayrı, uzlaşmaz gerçekliği deneyimliyoruz. Birbirine tercüme edilemez iki gerçeklik: varsıllık ve yoksul(/n)luk, merkez ve periferi, haz ve acı. Laing benliğin yarılmasından bahseder; deneyimi yarılmış olan bireyden. Bizlerse deneyimi yarılmış bir evrende yaşıyoruz.

Varolana uyum bu yarılmayı kabullenmeyi, içselleştirmeyi ve zihinsel olarak normalleştirmeyi gereksinir. Yoksa birey her an “farkında” olarak varolamaz. Zihin aynen organizma gibi var olabilmek için uyum göstermek zorundadır. Bu kabulleniş içine doğduğumuz ve içinde var olduğumuz bu “çılgınlığın” akılcılaştırılması sürecidir. Bu kabullenişe göre “Varolan aslolandır” ve tarihin sonunu müjdeleyecek kadar da trajiktir.

Psikoterapinin Dönüştürücü Gücü

Güz ve ilkbahar geçti
Yaz çarçabuk geçti
Hepsi tekrar tekrar geçtiler
Bu bana uzun geldi

Gece avurtlarım gibi çöktü
Ve çöktüm
Sabahım, sabahlarım
Kabından taşan sütler gibi büyüdü
Ve taştım

Gün güne taşındı, yıl yıla
Gitmedim, gidemedim
Ki dedim
Bana söz vermeliydi biri
Sesi uzaklardan gelen
Görünmez yıllarla ilgili

Edip Cansever

Psikoterapi bireyin gelişimini hedef alır. Eşduyumu içeren yargısız bir duruşu sahiplenen terapistin temel hedefi bireyin kendisini sorgulaması ve yeniden yapılandırması için bir zemin oluşturmaktır. Terapist “tutan”, aynalayan, yüzleştiren ve yorumlayan tavrıyla şu anda ve buradayı geçmişle ilişkilendirir.

Bence her türlü terapinin en temel hedefi, kişide varolan gizil gücü açığa çıkartmak ve kişide, istediği doğrultuda bir gelişim yaratmanın zeminini oluşturmaktır. Paradigmatik farklılıkları ne olursa olsun, her terapi okulu kişinin kendisi için daha sağlıklı, daha işlevsel, daha doyumlu olanı hayata geçirebilmesini, seçebilmesini sağlamayı hedefler. Bu ölüme karşı yaşamın, acıya karşı hazzın, doyumsuzluk yerine doyumun, anlamsızlık yerine anlamın, parçalanmışlık yerine bütünlüğün, süreksizlik yerine sürekliliğin, “çarpıtma” yerine gerçekliğin seçilmesi sürecidir. Terapi bireyin, evrende varoluşsal bir seçim şansına sahip olduğunu fark ettiği ilk, belki de tek yerdir. Bizlere giydirilmiş olan kimliklerimizi, duygulanımlarımızı, düşünce biçimlerimizi, ürünü olduğumuzu düşündüğümüz ve hiçbir zaman aşamayacağımızı hissettiğimiz deneyimlerimizi sorguladığımız terapi sürecinde hem kabullenmeyi, hem de değişim yaratma sorumluluğuyla yüzleşmeyi öğreniriz.

Oysa

Bugün terapi sürecinden geçmek için, bu sürece ihtiyaç duymak ya da hazır hissetmek yeterli değil. Bu noktada çevrelenmiş olduğumuz sınıfsal gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Terapi bugün Türkiye’de sadece elit bir sınıf insana hitap ediyor. Tanımlamış olduğum yarılmış gerçekliğin “şanslı” tarafında kalanlar. Oysa, bu deneyimden derinlemesine yararlanacağını düşündüğüm binlerce insan hiçbir zaman bir terapistin karşısına oturacak ve o koltukta seanslar boyunca kendi deneyimlerini anlatabilecek kadar şanslı olamayacaklar. Çünkü onlar, aynalanma, anlaşılma, yorumlanma, yüzleştirme deneyimini hiçbir zaman yaşayamayacak olan “alt”takilerdir.

Terapi kuramsal olarak, “para”ya terapötik anlamda önemli bir işlev yükler ve kişinin terapi aracılığıyla kendisine yaptığı yatırımın bir sembolü olarak görür. Oysa, bugün Türkiye’de bir terapistin ortalama olarak üç terapi seansı için talep ettiği ücret, bir emeklinin, işçinin ya da memurun bir ayda eline geçen ücretin tümüne ya da büyük bir kısmına denktir. Evet, bugün Türkiye’de terapi lükstür ve hitap ettiği kitle kısıtlı ve elittir.

Oysa

Mısra 595: Çare yok dünyadan gideyim gayrı

Çare …bulunacaktır.

Oğuz Atay

Her tespit bir değişime gebedir. Sadece bildiğimiz, adlandırdığımız ve tanımladığımız şeyleri değiştirebiliriz. Bence, psikoterapi gibi bireyin gelişimi açısından önemli bir aracın sadece elit bir kitleye hitap etmesi trajik ve paradoksaldır ve bu durum değişmek zorundadır. Psikoterapi, hem eğitimi, hem de hitap ettiği kitle açısından sahiplenmiş olduğu “seçkinci” ve elitist tavrından vazgeçmek zorundadır. Psikoterapistler kitlelerin ulaşmak zorunda olduğu kişiler değildir; psikoterapistler kitlelere ulaşmak zorundadır. Bu değişim bence sadece bireysel zihniyetlerin değişimiyle değil, kurumsal zihniyetlerin de değişimiyle gerçekleşecektir. Psikoterapi en az organik psikiyatri kadar meşruiyet kazanıp, kurumsallaştırıldığında kitlelere hizmet edecek bir araca dönüşecektir.

Ütopyalar Gerçeklerin Tasarımlarıdır!

Bu değişimi ivmelendirme sorumluluğunu taşıyanlar bizleriz. Bütün hiyerarşik mitleri dışlayarak ruh sağlığı öğrencileri ve çalışanları olarak, işbirliği içinde “kitleler için psikoloji” üretmeli ve “kitleler için psikoterapinin” kurumsallaşması için çaba harcamalıyız. Bu, bence psikolojinin sınırlarının ötesinde sosyolojik bir bakış açısından düşünebilmeyi ve üretebilmeyi de gerektiriyor. 1970’li yıllar dünya tarihini yeniden şekillendirmenin ötesinde “kişisel olanın politik olduğunu” da gösterdi bizlere. Oysa bugün tarihsel bir amnezi ile beraber bütünsel olanı algılama, yorumlama ve müdahale etme yetimizi kaybetmiş gibi görünüyoruz. Yaptığımız mesleğin hangi sınıfsal gerçekliğe hitap ettiğini algılamak, ancak insanlığa hitap etmesi gerektiği gerçeğinle de yüzleşmek zorundayız. Çoğu terapistin böyle bir sosyolojik bakış açısından tamamen yoksun olduğunu düşünüyorum. Sadece “ticari” bir bakış açısıyla şekillenen bu duruş, bence terapi odasının dışında devinen gerçekliğe karşı bir kayıtsızlığı temsil ediyor. Oysa, ben bu toplumda toplumsal hiyerarşinin tepesine kadar tırmanma şansını edinmiş olan bizlerin, yarılmış gerçekliğin diğer yanında kalanlara karşı bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. “Aydın sorumluluğu” olarak nitelendirilebilecek bu duruş var olanın ötesini arzulama ve tasarlama sorumluluğunu da veriyor bizlere.

Camus aydınların varolan sessizliği ve suskunluğu dillendirme sorumluluğundan bahseder. The Artist and His Time adlı makalesinde kendisini gündelik hayata ve onun acılarına doğru çeken yönünden bahseder ve fildişi kulesinde rahatça uyumamaktan. Ben fildişi bir kulede eğitim aldım. Herkesin uykusu rahat ve derindi, oysa ben “derin” bir uykusuzluk içindeyim. Bizi uyumaktan alıkoyan “eleştirel bilince” ihtiyacımız var. Sorgulamanın sonlanması akılcılaştırmayı hızlandırır: “Çılgın” bir dünyaya akılcılaştırılmış bir uyum geliştiririz. Akılcılaştırma; bize “varolanın aslonan” olduğunu söyler ve değişiminin de mümkün olmadığını. Çağımız böylesine bir akılcılaştırma çağıdır.

Oysa, Psikoterapi, kişinin kendisiyle yüzleşmesini engelleyen akılcılaştırma sürecini bozguna uğratmayı hedefler. “Uyanık” olmak değişimi yaratma sorumluluğunu da veriyor bizlere ve unutmayalım ki ütopyalar gerçeklerin tasarımlarıdır!

©  Mahan Doğrusöz