Menu
DENEMELER

Kadınsı Özgürleşme Sürecinde Kuram ve Terapi

Kadın olmak kuşatılmış olmaktır. “Kadın” erkek egemen kültür tarafından olduğu kadar, dil ve kuram ile de kuşatıla gelmiştir. Latince kadın anlamına gelen “femine”, fe ve minus köklerinden oluşur. Minus eksiklik, Fe ise inanç, güven, namus ve güvenilirlik anlamına gelir. Kadın olmak inançtan, güvenilirlikten ve namustan yoksun olmak demektir. Türkçe kadın kelimesi eski Türkçe’deki “katun” kelimesinden gelir. Katun, içine bir şey katılmış olan yani saf, arı olmayan anlamına gelir. Kadın saf ya da arı bir cins değildir. Tek Tanrılı dinlerin yaratılış mitlerinde kadın kronolojik olarak erkekten sonra yaratılan cinstir. Yahudi ve Hıristiyanlığa göre ise erkeğin kaburgasından can bulur. Aristoteles kadını “eksik kalmış erkek” olarak tanımlar. Kadın, batı düalist felsefesinin zıt ve hiyerarşik ikiliklerle düşünme geleneğinde, daha aşağı görülen bedene, doğaya, irrasyonele ve duyguya dair görülür. Freud, 1925 yılında kaleme aldığı “Cinsler Arasındaki Anatomik Farkın Bazı Ruhsal Sonuçları” adlı makalesinde şöyle der:

“Telaffuz etmekte tereddüt etsem de, kadınlarda ahlaki anlamda normallik düzeyinin erkeklerden farklı olduğu kanısından kaçamam. Kadınların üst-benleri hiçbir zaman erkeklerden beklediğimiz kadar katı, nesnel ve duygusal kaynaklarından bağımsız değildir… Kişiyi iki cinsi konum ve değer itibariyle tamamen eşit görmeye zorlayan feministlerin inkarlarının bizi bu sonuçlardan saptırmasına göz yummamalıyız.”

Kadın, bu çerçevede sadece içinde yaşadığımız ve sınırlandığımız kültür tarafından değil, ataerkillik paydasında buluşan binlerce yıllık düşünsel gelenekler, diller ve dinler tarafından da kuşatılmıştır.

Ataerkillik paydasında buluşan kültürler kadını sakatlar. İçinde yaşadığımız kültürün geleneksel yönü kadının bireyselleşmesini, cinselliğini tanımasını, arzusunun öznesi olmasını, arzusunu dolaysız ifadesini, kendine bir varoluş alanı açmasını yasaklar. Kadının bireyselleşmesi engellenir. Kadın içine doğduğu ilişkiler ağının seçimleri doğrultusunda çizilen bir kaderi yaşar. Kadının bedeni, çağdaş kültürün ifade özgürlüğünü temsil eden görsel basın, ve hatta cinsel özgürlüğün ifadesi olarak da rasyonalize edilmeye çalışılan pornografi tarafından alınıp satılan, “nesne”leştirilen seyirlik bir “şey”e dönüştürülür. Kadın olmak doğumdan itibaren sınırları çizili bir cinsiyet kimliğini giymeyi öğrenmek ve cinsler arasında var olan hiyerarşiyi içselleştirmek demektir. Bu öğrenme süreci hayatın her alanını kuşatan, şekillendiren ve belki de ritüellerle donatan cinsiyet kimliğini öğrenme sürecidir. Freud’cu kuramın ifade ettiği biçimiyle anatomi “kader” değildir. Kültür, bedeni ve cinsiyeti kurgulama gücüyle kaderdir. Kültür, bütün kapsayıcılığıyla meta bir kuramdır. Kültür, kadına bedenini ve cinsiyetini ve bu doğrultuda da kendini / benliğini nasıl yaşantılayacağını, neleri yapıp, neleri yapamayacağını dikte eden, ehlileştiren, “norm”al olanı tanımlayan ve talep eden bir sistemaktir. Erkek egemen kültür, baskı ve cezadır; kadın tarafından içselleştirilen katı üst-ben’dir. Belki de annenin imgesinde ve onun sesinden konuşan ama sonuna dek “erk”in, “erk”eğin, efendinin kurallarının zihinsel temsilcisi ve içsel sesi olan üst-ben. Üst-benin beslediği suçluluk duygusu, kadının, benim ve bu topraklarda kadın olan herkesin hayal gücünü, yaşamsal seçimlerini, deneysel yönünü iğdiş ediyor. İçimizdeki katı zihinsel ses binlerce yıllık ataerkil mirasın paranoyası ile bizi izliyor. Değişim gücümüzü elimizden alıyor.

Ve kadınsı benlik, geleneksel ataerkil kültür tarafından kendine özgü gelişim sürecinden mahrum bırakılıyor. Benliğin kendini gerçekleştirme, var etme süreci sekteye uğruyor. Geriye, belki de sadece rüyalarda ortaya çıkan geriye itilmiş arzular, uçsuz bucaksız gibi görünen bir öfke, suçlulukla birlikte kişinin kendine dönen bir depresyon kalıyor. Sözün, eylemin ve gücün alanından uzakta olan kadın kendini yaralıyor. İnsana dair olan kendini ifade etme, eyleme geçme, değişim yaratma, haz arama arzusu sessizlikte ifadesini buluyor. Kadının suskunluğu ve o oranda da kültürel düzeyde kendini ifade edebileceği bir “dil”in eksikliği kadını depresyona mahkum kılıyor. Depresyon, dış dünyadan soyutlanmadır, içe dönüştür, çaresizliktir, depresyon eylemsizliktir ve belki de bir anlamda depresyon bu ülkede ve bu dünyada biraz kadınsıdır.

Oysa, diğer yanda bizim gibi özgürleşmiş kadınlar vardır. Yani sonuna dek eril olan bu kamusallık içinde varolan / varolabilen kadınlar. Empatiden ve duygularından arınmış, rekabetçi, iktidar ve güç arzusu ile güdülenen, eril bir bireyselleşme ile kadınsı ve anaç bütün ilişkiselliğini sanki kadınsı geçmişine gömmüş gibi görünen kadınlar. Yani emrinde çalışmak zorunda kaldığım bütün kadın yöneticiler, beni eğen ve eğiten kadın akademisyenler, kendimin ve çocuklarımın geleceğini emanete kalkıştığım bütün kadın politikacılar. Evet, kamusal alandalar ve özgürler. Eylemin ve sözün gücüne sahipler, ama bence artık kadın ya da kadınsı değiller. Ben buna kadınsı özgürleşmenin ironik durumu diyorum. Özgürleşmek için cinsel kimlik değiştirmek zorundalığımız ironik ve o oranda da trajikomiktir.

Bu çerçevede, geleneksel kültürün kuşattığı ve sakatladığı kadına ve diğer yanda kamusal alanda varolabilen “özgürleşmiş” ve o oranda da erkekleşmiş kadına alternatif “kadınsı bir özgürleşme projesi” üretmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kamusal alanı dişil değerler doğrultusunda değiştirmeyi de hedefleyen bu proje, kadının benliğini istediği doğrultuda şekillendirmesine izin verebilecek esneklik, deneysellik ve hayal gücüne sahip bir “kültürün” ve “üst-benin” ütopyasının tohumlarını taşıyor. Kültür, apriori olarak bireyin, benliğin antitezi değildir. Kültür, sakatlamak yerine, güçlendirmek; tek tipleştirmek yerine alternatifler sunmak potansiyeline sahiptir.

Bu doğrultuda bizlere, yani kadın araştırmacılarına ve kadın sorununa duyarlı olan herkese önemli bir misyon düştüğünü düşünüyorum. Kamusal ama kadınsı özgürleşme kanallarının tanımlanması ve dile dökülmesi. Bu çerçevede “kuramın” kendisinin çok önemli bir işlevinin olduğunu düşünüyorum. Kuram bizlerin zihinsel haritalarıdır. Bilimde, saf gözlem olmadığı gibi hayatı ve gerçekliklerimizi de okumak dolayımsız gerçekleşmez. Hayatı okumak, hayatı bir kuramın gözlüğüyle okumaktır. Eğer, farklı bir hayatı kurmak istiyorsak, önce bu hayatın tohumlarını zihinlerimizde atmak zorundayız. Gerçeğin suretini zihinlerimizde ve gönüllerimizde kurmak zorundayız. Özellikle kadınlar olarak, gündelik hayat akışı içinde bizi kıstıran, bizi sakatlayan kültür alanlarının ayırdında olmamız, kurmayı hedeflediğimiz yarının projesi adına büyük bir önem taşıyor. Kadını, içe dönen ve hastalandıran öfkeye, suçluluğa ve bunun ardından gelen depresyona karşı koruyacak en önemli aracın kadınsı sözün ve eylemin gücü olduğuna inanıyorum. Ki bu söz ve eylem, geçmişte kendinin baskılanmasına, görünmez kılınmasına, azımsanmasına ve marjinalize edilmesine yol açan eril söz ve eylemden ayrışmış bir söz ve eylem olacaktır. Tahakkümü, baskıyı, iktidar ve hiyerarşiyi dışlayacaktır. Kadınsı söz ve eylem empatik, ilişkisel ve yataydır.

Yine bu çerçevede terapi kadınsı özgürleşme açısından devrimci bir işleve sahiptir ve bir yönüyle de içinde yaşadığımız ataerkil kültürün taleplerinin antitezidir. Ataerkil kültür dayatır, terapi sorgular. Kültür tek tipleştirir, terapi özgün deneyimlerin ayırdına varılması ve şekillendirilmesini hedefler. Kültür cinsiyetçidir ve bu doğrultuda yasaklar koyar ve cezalandırır. Kadın duyarlılığına sahip bir terapi süreci eşitlikçi ve güçlendiricidir. Kültür baskılar, terapi su yüzeyine çıkarır. Kültür kadını aciz bırakır, terapi ise kendiliğin keşfini sağlar.

Kadının güçlenmesini hedefleyen bir terapi süreci, kişinin kendince ve kendi özgünlüğünle içselleştirdiği kültürün sakatlama, baskılama, kısıtlama ve bu doğrultuda da hastalandırma biçimlerinin kendi bireysel öyküsündeki yansımalarının ayırdına varma sürecidir. Ve bilgi güçtür. Dönüşümü yaratacak tek şey bilgidir. Psikanalitik anlamda, bireysel geleceğimi iradem doğrultusunda şekillendirme gücüm, bireysel tarihimi yorumlama ve anlama gücümden gelir. Depresyon aşılabilir. Melankoliye, depresyona yani içe dönen enerji, bireyin kendi dönüşümünü şekillendiren bir enerjiye, söze ve eyleme dönüşebilir. Böylece kadın kendi üst-beni, katı içsel sesi ile hesaplaşabilir ve kendine yeni sesler verebilir. Daha esnek, daha destekleyici, daha merhametli ve daha empatik ve o oranda da daha kadınsı iç sesler.

Şu anda, Türkiye’de maalesef terapiden geçmek için kadın olmak yeterli değil. Üst-sınıf bir kadın olmanız gerekiyor. Bu içinde yaşadığımız dünyanın ve kültürün sınıfsal gerçekleri ile örtüşüyor. Bazıları terapi sürecinden etkin bir şekilde yararlanabilmemiz için belirli bir sınıfa ya da kültüre ait olmamız gerektiğini bile iddia ediyor. Bu çerçevede kadın evrensel bir kategori olmadığı gibi, sınıfsal farklılıklarla da bölünüyor. Oysa, kadının özgürleşmesini hedefleyen bir proje, sınıfsal bir elitizmi –benim adıma- içeremez. Bir kadın araştırmacısı ve bir psikolog olarak hedefim, sadece seans ücretini ödeyebilen mutlu azınlığın dönüşüm sürecine katkıda bulunmak değildir. Sayıları milyonları bulan ve bir seans ücretimizin kendileri için harcayabilecekleri aylık paraya bile denk gelmediği kadınların dönüşümüdür beni ilgilendiren. Terapinin Paulo Freire’nin okuma yazma için tanımladığı biçimiyle elit bir kitle için değil, kitleler için olması gerektiğini düşünüyorum. Alt sınıf bir kadının depresyon ya da panik atak yaşarkenki en büyük şansı belki onu sakinleştiren ya da uyutan ilaçlara bir şekilde ulaşabilmiş olmasıdır. Oysa, bu kültürün ataerkil yapısının sakatladığı kadının kendini dönüştürebilmesi, onu dinleyip, anlayabilecek, aynalayabilecek ve dönüşümünü hızlandırabilecek bir terapi süreci ile olasıdır. Semptomları yatıştırabiliriz, bunu yapacak kimyasallarımız var ama bizi ileriye taşıyacak bir değişim için kendimizi anlamak ve anlamlandırmak zorundayız. Bunuysa, sadece insanlar yapabilir.

©  Mahan Doğrusöz