Menu
DENEMELER

Gölgelere Dair

Persepolis – Marjane Satrapi
“Değişen Zamanlar”

Üniversite yıllarımdaki “ikonlarımdan” birisi olan sosyoloji “hocamın” gazetedeki bir röportajıyla karşılaşıyorum. Oysa röportaj bir buçuk yıl önce yapılmış.

Okuduklarım karşısında düştüğüm “dehşeti” tarif etmem imkansız. Burkanın karanlığına duyduğu hayranlıktan, gölgelere yönelik sevgisine, örtünmenin baskıcı moderniteye karşı bir direnme biçimi olduğundan, “laik” kadınların çok konuşmasına dem vuruşuna kadar söyledikleri karşısında dona kalıyorum.

Bugünün Türkiye’sinde örtünmenin, muhafazakarlaşmanın, karanlıkların övüldüğü, kutsandığı, yüceltildiği bir dönemden geçiyoruz.

 

Oysa…

Oysa, sinematografik bir mesafeden gözlemlenirmişçesine övgüyle bahsedilen bu gölgeler ve karanlıklar bir kadın olarak beni inanılmaz ürkütüyor.

Oysa, ben bu “fetişize” edilen, yüceltilen, özlem duyulan “örtünme” arzusunun ne olduğunu anlayamıyorum.

Oysa, ben örtülen, gizlenen, saklanan, üstüne örtü atılan, baskılanan, yok sayılan, hiçleştirilen, varlığı inkar edilen her şeyden ama her şeyden şüphe duyuyorum.

Bu kültürde yaşayan bir kadın olarak bedenime, kimliğime, ifade özgürlüğüme gölge düşürecek her türlü anlayıştan, yaşam tarzından, paradigmatik bakış açısından endişe duyuyorum.

Evet, ben kadınların, bedenlerini gururla ve kimliklerinin bütünsel bir parçası olarak taşımak yerine “gizleme” arzularını anlamıyorum.

Kadınların, bedenleri üzerine ataerkil sistemin, anlayışın, paradigmanın kurduğu bu tahakkümü kabul edişini, buna boyun eğişini ve bunu “içselleştirmesini” anlayamıyorum.

Kadınların güzelim saçlarını, bedenlerini dış dünyadan böylesine bir soyutlama ve yalıtma arzusunu da anlayamıyorum.

Böylesine “fetişleştirilmiş” bir “mahremiyet” arzusunu da anlayamıyorum.

Yanında taşıdığı erkeğin ısıyla, ışıkla, havayla özgürce, rahatça temas eden bedeninin yanında “öteki” olmayı kabul eden kadınları da anlayamıyorum.

Benim bedenimi yanımdaki erkeğin bedeninden ayıranın da ne olduğunu anlayamıyorum.

Örtünmenin “özgürlükle” ve “özgürleşmeyle” ne ilgisini olduğunu da anlayamıyorum.

Yükselen muhafazakar değerlerin “kutsadığı” böylesine kisveli, gizemli, örtük ve gizil bir kadınlık modelinin “popülerleşmesini” de anlayamıyorum.

Kadının bedenini örten/örtmeyi arzulayan anlayışın kadını yok sayan, baskılayan, görünmez kılan, hiçleştiren bir zihniyet olduğunu görmeyenleri de, görmek istemeyenleri de, göremeyenleri de anlayamıyorum.

Gölgeye ve karanlığa “tapan” ezberci post-modernistleri de anlayamıyorum.

Modern olanı baskıcılıkla özdeş algılayan ve moderniteye karşı direnme biçimlerinin ilhamını “kadın bedenini kısıtlayan, çevreleyen, perdeleyen, gizleyen, örten, yok sayan, inkar eden” bir anlayış ve pratikte bulan “aydınları” ve “akademisyenleri” de anlayamıyorum.

Oysa…

Oysa ben kadının, bedeniyle, kimliğiyle, arzusuyla dolaysız, örtüsüz, net ve açık kendini ifade edebileceği bir Türkiye istiyorum. Gizli, örtülü, dolayımlı, perdeli kadın bedenlerinin ve kimliklerinin “kutsandığı” ve “yüceltildiği” bir Türkiye değil…

Oysa ben hayatın her alanına yayılan arzusunu belirgin, net, açık, dolayımsız, olduğu gibi ifade edebilen bir kadınlık modelini önemsiyorum.

Bedenini gizlemek yerine taşıyan,

bedeninden “utanç” duymak yerine onunla gurur duyan,

“bedensel kimliğini” inkar etmek yerine, sahiplenen,

bedeninin hakimiyetini efendisi olan erkeğe verdiği için bedenini dış dünyadan “yalıtmak” yerine, dış dünyaya “açılan”,

arzuyu “manipüle” etmek yerine, ifade etme cesareti gösteren,

bedeninin “mahremiyetini” çok çok özel algılamak yerine kendi bedenini en az erkeklerinki kadar “insan” algılayan,

bedensel olanı sadece cinsel kalıplarla algılama eğiliminde olan muhafazakar erkeklerin “projeksiyonu” olmayı reddederek sadece kendisi olmayı seçen kadınların Türkiye’si hayal ettiğim…

Oysa

Oysa ben, yükselen muhafazakarlaşma rüzgarlarına kapılan, bu rüzgarları kutsayan, bu rüzgarların en ateşli sözcüleri olan kadınların onların “kapanmasına”, “örtünmesine”, “gizilleşmesine”, “görünmez olmasına”, “saklanmasına”, “baskılanmasına”, “mahremin alanında kalmasına”, “yalıtılmasına” destek veren ataerkil yapının kendilerine ödeteceği bedellerin hiçbir şekilde farkında olmadığını düşünüyorum.

Oysa

Kadının konumundaki bütün değişime rağmen, ataerkil yapının koruduğu, ilahlaştırdığı, “çifte ahlakıyla” donattığı erkekler bedenleriyle, yaşamlarıyla, cinsellikleriyle her zaman ki kadar özgürler.

Konya’da genç bir taksi şoförüyle sohbet ediyorum. Konya’da genç olmanın nasıl bir deneyim olduğunu soruyorum ona. Bana, Konya’da her erkeğin kendi “tebasındaki” kadınları –eşlerini, kız kardeşlerini ve kızlarını- örttüğünden ancak kendilerine her şeyi “meşru” gördüğünden bahsediyor. Duyduklarım karşısında şaşırmıyorum. Tarihin başlangıcından beri kendisini arzunun öznesi, kadınları da arzunun nesnesi olarak gören bu ataerkil zihniyet “namus” adına, “ahlak” adına, “mahremiyet” adına kadının örtünmesini desteklerken, kutsarken kendisine sonsuz bir özgürlük alanı tanımlıyor. Sanal ve gerçek haremleriyle, modern kumalığıyla, “Kiev otobüsleriyle” dolu iş gezileriyle kendisi için “meşru” ve “kabul” edilebilir olan her şeyi kadınlar için “yasak” ve “günah dolu” ilan ediyor.

Oysa, ben ataerkil yapının bu ülkede koruduğu ve çifte ahlakıyla donattığı erkeklerin özgürlük alanlarının gittikçe genişleyeceği kehanetini taşıyorum. Cumhuriyet’in bütün temel değerlerinin, sembollerinin, söylemlerinin ve kurumlarının sorgulandığı bir dönemde “medeni kanunun” sorgulanacağı günlerin uzak olmadığı aşikar…

Ve

Bu devrim de kendi çocuklarını yiyecek ve maalesef “devrimin kızları” ateşli sözcüleri oldukları bu değişim rüzgarlarının en baş “kurbanları” olacaklar…

Erkek arkadaşları ve eşleri, babaları, sıra arkadaşları bedenleri, cinsellikleri, kimlikleriyle fütursuzca bir “özgürlüğü” deneyimlerken kendileri örtük, gizemli, baskılanmış, yalıtılmış bu kadınlık modeline mahkum kalacaklar.

Son Söz

…Ve üzerimize düşen gölgelerin sayısı arttığında ve “aydınların” şu anda “sinematografik” bir mesafeden bakmakta olduğu karanlıklar bizi yuttuğunda artık çok geç olacak.

                                          

 

Şubat 2012 ©  Mahan Doğrusöz