Menu
DENEMELER

Freudcu Kuramdaki Hiyerarşik Düşünce Dizgesini Anlamak

 

Freud’un kadın gelişimi kuramının yıkıcı bir okumasını (subversive reading) yaptığımızda, bu gelişimsel kuramda ‘kadına karşı erkek ve dişile karşı erille’ ilgili belirgin bir hiyerarşik düşünce dizgesi buluruz. Bu hiyerarşik düşünce dizgesi birbiriyle bağlantılı iki üstün erkeksi alan tanımlar. Bunlardan ilki erkek anatomisi, diğeri ise erkek üst-benidir.

Evrensel ve Türsel Olarak Erkek Anatomisinin Üstünlüğü

Freud, 1887 ve 1889 yıllarında Rüyaların Yorumu (1900) adlı kitabını kaleme aldığı dönemden itibaren insanın biseksüel olduğunu savunur. Freud’un anlayışına göre, biseksüellik erillikten bağımsız bir dişilik ve dişilikten bağımsız bir erillik olmadığı anlamına gelir. Freud’un kuramının son dönemine kadar savunduğu bu kavrama rağmen, paradoksal olarak kadın gelişimi üzerine kaleme aldığı bütün tezlerini erkek ve eril bir modelden yola çıkarak kurar. Freud, erkek anatomisini evrensel, türsel ve a priori olarak üstün görür. Freud’a göre “erkek çocuk için sahip olduğu cinsel organın bildiği herkese atfedilmesi doğaldır.”[1] Erkek çocuğunun ben merkezci bir kurguyla herkese atfetmekte olduğu penis, karşı cinste ‘penis kıskançlığı’ yaratmanın temellerini atar.

Freud, kız çocuklarının erkek kardeşleri ya da erkek arkadaşlarının penisleriyle karşılaştıklarında yaşadıkları kıskançlık duygusuyla birlikte, yara izi gibi bir aşağılık duygusu geliştirdiklerini savunur. Freud’a göre erkek bedeni ve erilliğin temsili olan penise sahip olmayan kız çocuğu yara izi gibi geliştirdiği aşağılık duygusu ile birlikte ikincilliğini kabul eder. Erkek çocuk ise, kendi cinsi dışında bir cinsin varlığını zorlu iç çatışmalardan sonra kabul eder ve dişi cins karşısında iki tepkiden birini seçer: Sakat ve iğdiş edilmiş kadına karşı duyulan korku ya da aşağılama.

Freud özellikle “Fetişizm”(1927) makalesinde bu korkunun homoseksüel nesne seçimine kadar gidebilecek bir süreci başlattığını dile getirir. Freud iğdiş edildiğinin farkına varan kadının bu duruma başkaldırdığını savunur. Freud’a göre bu başkaldırının üç ayrı sonucu vardır. Bunlardan ilki, kadının cinselliğinden tamamen vazgeçmesi, ikincisi eril cinselliğine inatçı bir şekilde sarılarak bir gün bir penise sahip olma fantezileri kurması (ki Freud bu durumu erkeklik kompleksi olarak adlandırır), üçüncüsü ise edilgen, vajinal, kadınsı ve iğdiş edilmiş cinselliğine boyun eğmesidir. Freud kadının kendi cinselliğine boyun eğişini annesinin ve bütün dişi cinsinin aşağı bir cins olduğunu kabul etmesiyle sonlandığını da söyler.

Freud ‘anatomi yazgıdır’ söylemiyle iğdiş edilmiş bir erkek çocuğu olarak doğan ve bunun ayırdına vardığında da zorlu yol ayrımlarından sonra kadınlığa ulaşan dişi cinsinin yaşadığını varsaydığı bu süreci evrensel ve türe dair olarak nitelendirmektedir. İnsanı biseksüel temellerde tanımlayan Freud, erkek olarak doğulduğunu, ama kadınlığa evrilindiğini idda etmektedir.

Freud’un bu gelişimsel süreci erkek merkezli bir modelden hareket etmektedir. Freud’a göre erkek bedeni evrensel ve türsel olarak mükemmel olan, ‘ilk’ bedendir. Kadın bedeni ise erkek bedeninin iğdiş edilmiş bir formudur sadece.

Chodorow’a göre Freudçu kuramda kız çocuğu iğdiş edilmiş olduğunu zannetmez, iğdiş edilmiş olduğunu keşfeder. Freud kız çocuğunun çocuksu bir yanılgı yaşadığını değil, varolan bir gerçeği keşfettiğini iddia etmektedir.

Chodorow şöyle der:

Freud bize küçük kız çocuğunun iğdiş edilmiş ya da yaralanmış olduğunu ya da daha aşağı eksik bir erkek çocuğu olduğunu düşündüğünü ya da sandığını söylemez, ama öyle olduğunu söyler. Freud kız çocuğunun ‘iğdiş edilmiş olduğunu keşfinden’, ‘iğdiş edilmiş olma gerçeğini kabul etmeyi inkarından’ ve ‘genital eksikliğini saklama ihtiyacından’ söz eder.[2]

Freud, kadını erkeksi anatomik bir modelden türeterek kadına ontolojik bir özerklik alanı bırakmamaktadır. Feminist perspektiften vurgulanması gereken en önemli nokta, kadın cinsinin erkek cinsinden ayrı, özerk ve farklı bir cins olduğudur. Kadın ve erkek anatomisi arasındaki hiyerarşinin hiçbir psikanalitik, biyolojik ya da bilimsel temeli yoktur. Burada kurulan hiyerarşi, sadece ideolojiktir ve Freudçu kuramın erkek merkezli bakışının yansımasıdır.

Freudcu Kuramdaki Üstün Eril, Üst-bene Karşı Zayıf Dişil Üst-ben Modeli

 Freud 1923 yılında yayımladığı “Ben ve Id” makalesinin üçüncü bölümünde üst-benin oluşum sürecini kuramlaştırır. Freud erkek çocuklarında üst-benin oluşumunu iğdiş tehdidiyle paramparça olan Oedipus kompleksinin libidoya ait yüklerini terkederek kısmen yüceltilmesiyle açıklar. Oysa kız çocuğunun üst-benini oluşturma süreci trajik bir öğe taşır. İğdiş tehdidi yaşamayan kız çocuğu Oedipus’a ait süreci yavaş yavaş terkedecektir ya da hiçbir zaman bu süreci tamamlayamayacaktır. FreudCinsler Arasındaki Anatomik Farkın Bazı Ruhsal Sonuçları”(1925) adlı makalesinde kadınlar için ahlaki normallik düzeyinin erkeklerden farklı olduğunu iddia eder. Freud’a göre, kadınların üst-beni erkeklerden beklendiği oranda katı, nesnel ve duygusal kaynaklarından bağımsız değildir.

Freud burada erkeğin katı, nesnel ve duygusal kaynaklardan bağımsız eril üst-benini üstün gören erkek merkezli bir model kurmuştur. Freud’un değerlendirmelerine göre dişil üst-ben yeterince katı ve tarafsız değildir. Freud’un dile getirdiği katı, nesnel ve duygusal kaynaklarından bağımsız, ahlaki değerlendirmelerde bulunabilen bir benlik anlayışı, erkek merkezli bakışın bireysellik anlayışı üzerine kuruludur.

Caroll Gilligan[3]’a göre özerk bir benlik anlayışı tarafından tanımlanan bireysellik, kopmaya (detachment) atfedilen önemi yansıtır. Ahlaki yargı (moral judgement) ve benlik anlayışı (sense of self) arasındaki ilişkiyi sorgulayan Gilligan özerk ve bireyselleşmiş bir benlik anlayışının birincil olarak anneden kopuş, ayrışma ile başlayan ve bütün insan ilişkilerine uygulanan bir ilişki modeliyle ilintili olduğunu dile getirir. Bu anlayışa göre, bireyin kendini özerk bir benlik olarak kurma süreci, ilk önce anne ile başlayan ve sonra da diğerlerini içeren bir ayrışma sürecidir. Çağdaş psikolojinin öncü kuramcılarının hepsi (George Herbert Mead, Cooley, Erikson) bireyselleşmeyi ve bu çerçevede özerk bir benlik anlayışını, ilişkiler matrisinden bir ayrılma olarak tanımlar.

Freud’un erkek üst-beninin ve bu çerçevede eril üst-ben modelinin daha üstün olduğuna ilişkin görüşlerindeki hiyerarşik bakışın yıkıcı bir okumasını yapabilmek için  erkek ve kadınların benlik algıları ve bu benlik algıları ile ilişkili olan ahlaki yargı biçimlerini incelememiz gerekir. Ahlaki yargının psişik merkezi olan üst-ben, dişil ve eril benlik duygusu ile bağlantılı olarak nasıl işlemektedir?

Özellikle Freud’un gelişimsel modelinden etkilenen Erikson, kişisel gelişimi özerkliğe doğru giden doğrusal bir modelle tanımlar. Bu model kişisel yakınlığı (intimacy), bireysel özerklik elde edildikten sonra geliştirilen bir ilişki biçimi olarak tanımlar. Miller[4], bu ayrışma, kopma, özerkleşme modelininin kadınsı benlik duygusunu yansıtmadığını vurgular ve Erikson dahil olmak üzere diğer bütün öncü gelişimsel psikoloji kuramcılarını, insan gelişiminin ilişkisel boyutunu gözardı etmekle eleştirir. Miller’a göre bu modelin özerk benlik anlayışı eril bir bakışı yansıtır.

Miller, Chodorow ve Gilligan ile paralel bir çizgide, insanın doğumundan itibaren ilişkisel bir benlik olduğunu (self in relation) iddia eder. İnsan yavrusu doğumundan itibaren birincil bakıcısıyla etkileşir. Kendi duygularını onun aracılığıyla tanır, duygularıyla etkileştiği diğerinin duygularını etkilemeyi öğrenir, ondan etkilenir. İnsan yavrusu bu çerçevede birincil bakıcısıyla (primary caretaker) ikili ve etkileşimli bir ilişki içindedir. Miller bu empatik ilişki biçiminin kültürel olarak kızlarda pekiştirildiğini, erkeklerdeyse bastırıldığını iddia eder: “Kızlar diğerleri gibi hissetmek, diğerleri hakkında bilgi edinmek için teşvik edilirler. Oysa, erkek çocukları bundan sistematik olarak uzak tutulurlar.”[5]

Chodorow da nesne ilişkileri kuramının benlik duygusunun gelişimi sırasında vurguladığı ayrılık (separeteness) duygusunun, diğerleriyle ilişki içinde bir benlik (self in relation) duygusu ile eşgüdümlü olarak oluştuğunu savunur: “Daha içsel bir benlik anlayışı ya da ‘ben’ duygusu, benliğin diğerlerinden ayrı ve farklı olması üzerine kurulu değildir. Gerçek ya da merkezi bir benlik annenin ya da bakıcının devamlılık duygusu sonucu oluşur.”[6] Chodorow da Miller’a paralel bir bakışla çocuğun / insan yavrusunun bakıcısıyla yaşadığı empatiyi içeren ilişkiselliğini ve bu çerçevede yaşadığı devamlılık duygusunu vurgular. Bu çerçevede her insanın yaşadığı ilk duygu bir ilişkisellik duygusudur. Chodorow, yaşanan bu ilişkisellik duygusunun toplumsal cinsiyet ile nasıl etkileştiğini sorgular. Nancy Chodorow, kız çocuğunun anne ile aynı cinsiyete sahip olması nedeniyle, özerkleşme ve ayrışmayı / bireyselleşmeyi annenin ve annenin temsil ettiği değerlerin bir olumsuzlaması olarak yaşamadığını iddia eder. Doğumdan itibaren bir devamlılık ve ilişkisellik duygusu yaşadığı annesi ve annenin temsil ettiği dişil değerlerle özdeşleşerek bireyselleşir. Oysa erkek çocuğunun özerkleşme süreci, anneden ve doğumdan itibaren özdeşleştiği dişil değerlerden bir kopma ve onları olumsuzlama dönemidir. Erkeğin bireyselleşmesi, özerk bir erkek çocuğu olması anne gibi dişil olmaması anlamına gelir.”Bir erkek çocuğu toplumsal cinsiyetinin ‘dişil olmamak’ ya da ‘anne gibi olmamak’ olduğunu öğrenmelidir.”[7]

Chodorow, her erkeğin annesiyle yaşadığı bu birincil ilişkisellik döneminin, erkeğin cinsiyet duygusuna bilinçdışı bir tehdit oluşturduğunu savunur. Bu tehdit ise erilliği savunmacı bir cinsiyet kılmaktadır. Oedipus öncesi dönemde erkek çocuklarının anneleriyle yaşadıkları bu yoğun özdeşleşme süreci erkeklerin bireyselleşmeyi ilişkiselliğin zıttı olarak kurmalarının altında yatan savunmacı kurguyu da anlaşılır kılmaktadır. Eril bireyselleşme modeli bireyselleşmeyi ayrı, farklı, kopuk olmak ile özdeş görmektedir. Oysa, dişil gelişim öyküsü kız çocuğunun yaşadığı bireyselleşmeyi, ilişkisellik ile birbirlerini dışlayan iki zıt ilişki biçimi olarak yaşamasına engel olmaktadır.

Gilligan’ın eril ve dişil benlik duygusu ve ahlaki yargı arasındaki ilişki üzerine yaptığı araştırmalar, Freud’un eril ve dişil üst-ben ile ilgili iddiaları bazında çok önemli bulgular sunmaktadır.

Gilligan’a göre:

Benlik algıları ve ahlak arasındaki ilişki ve bu ilişkinin cinsiyet ve yaş ile etkileşimini incelemek için yapılan araştırmalarda, kişilerin ahlaki sorunlarının çerçevesini nasıl çizdikleri ve nasıl çözüm ürettikleri ve seçimleriyle ilgili ne tür değerlendirmelerde bulunduklarını incelediğimde, iki değişik ahlaki ses ile karşılaştım. Bu seslerden biri ‘ilişkiden’, ‘bir diğerini incitmemekten’, ‘önemsemekten’, ‘tepkiden’ söz ediyordu, diğeri ise ‘eşitlikten’, ‘karşılıklılıktan’, ‘adalet ve haklardan’…[8]

Carol Gilligan erkeklerin ve kadınların ahlaki bir ikilem karşısındaki tepkilerini anlamak için yaptığı bir araştırma sonucunda, her ikisi de 11 yaşında olan bir kız ve bir de erkek çocuğunun aynı ahlaki ikilemde, farklı ahlaki sorunlar görmelerine dikkat çeker. Bu araştırmada ortaya atılan ahlaki ikilem, Heinz adlı bir adamın karısının hayatını kurtarmak için, satın alma gücünü aşan bir ilacı bir eczaneden çalıp çalmaması gerektiğini sorgular.

11 yaşındaki Jake adlı erkek çocuğu buradaki ahlaki sorunu özel mülkiyet ve hayat arasında görür ve mantiki olarak hayatın özel mülkiyetten daha değerli olduğuna karar verir. Jake’e göre Heinz ilacı çalmalıdır, çünkü “Heinz yakalanırsa, hakim yaptığı şeyin büyük bir olasılıkla doğru olduğunu düşünecektir….. Kanunların da hataları vardır ve her hayal ettiğimiz durum için bir kanun maddesi yazamayız.”[9]

Gilligan Jake’in açıklaması ile ilgili şöyle der:

Mantığın gücünden etkilenen bu 11 yaşındaki erkek çocuğu, doğruyu matematiksel bir olgu olarak görerek; doğru olanın tamamen mantıklı olan tek şey olduğunu dile getirir. Bu ahlaki ikilemi de, insanlararası matematik problemi olarak görerek, bir denklem oluşturmakta ve çözümü üzerinde uğraşmaktadır. Sonuca rasyonel olarak vardığı için, aklını kullanan herkesin aynı sonuca varacağını varsaymaktadır ve bu yüzden bir hakim de Heinz için çalmanın en doğru yol olduğunu düşünmelidir.[10]

‘Heinz ilacı çalmalı mıdır’ diye sorulduğunda, Amy şöyle cevap verir: “ Sanmıyorum, bence ilacı çalmaktan başka yollar da olmalı, mesela Heinz borç bulabilir ya da kredi alabilir…ama gerçekten ilacı çalmamalı…ama eşi de ölmemeli.”[11] Niye ilacı çalmaması gerektiği sorulduğunda da Amy “eğer ilacı çalarsa, eşini kurtarabilir ama eğer hırsızlık yaparsa, hapise de girer ve eşi tekrar hastalanır ve bu durumda daha fazla ilaç alamaz ve bu da iyi olmaz. Bu yüzden Heinz ve eşi konuşmalılar ve parayı bulmanın daha başka bir yolunu keşfetmeliler.”[12] diye cevap verir.

Gilligan Amy’nin bu açıklamasını şöyle yorumlar:

Bu ikilemde, insanlar arası bir matematik problemi değil ama zamana yayılan bir ilişkiler öyküsü gören Amy kadının eşine olan daimi ihtiyacını ve erkeğin karısına karşı ilgisini gözönüne alarak ilaca ihtiyacı olan kişinin ihtiyacına, ilişkileri zedeleyecek değil, onları devam ettirecek şekilde cevap vermeyi hedefliyor. Kadının hayatta kalmasını ilişkilerin korunmasına bağladığı gibi, kadının hayatının değerini ilişkiler bağlamında değerlendiriyor. Amy, kadının ölmesi yanlış olur, çünkü bu onun canını yaktığı gibi, diğerlerini de  üzer diyor. Amy’in ahlaki değerlendirmesi “eğer birinin bir diğerini hayatta tutacak bir şeyi varsa, bunu ona vermemek yanlış olur” görüşü üzerine kurulu olduğu için, Amy bu sorun içindeki ikilemi eczacının tepki vermekteki yetersizliğine bağlıyor.[13]

Jake, eğer hakimle konuşulursa, Heinz’ın yaptığı hırsızlığın doğru olduğuna ikna edilebileceğini inanırken, Amy, Heinz ve eczacı yeterince konuşurlarsa, hırsızlıktan başka bir çözüm üretebileceklerine inanır. Bu çerçevede, bu ahlaki ikilemdeki sorunu Jake kanunlar çerçevesindeki bir sorun olarak değerlendirmekte ve bu ilişkiler ağından bir adalet mantığı çıkararak, savaşı kazanacak olanın kim olduğunu belirlemek için nesnel bir yol aramaktadır. Amy ise bu ahlaki ikilemi iletişimle çözülmesi gereken kişilerarası bir sorun olarak değerlendirmektedir. Gilligan ahlaki değerlendirmeler çerçevesinde kız çocuklarının ve kadınların bir önemseme etiği (ethics of care) geliştirdiklerini gözlemler. Kadınlar, ahlaki ikilemlere her iki tarafı da incitmeyecek çözümler üretmeyi hedeflerler. Bu çerçevede ahlaki ikilemlerin çözümünde empatinin önemini vurgularlar.

Gilligan, benlik duygusunun çevrelenmiş olduğumuz dünya ile iki tür ilişki biçimini mümkün kıldığını savunur. Kişi, ya özerk ve ayrı hissettiği dünya ile hiyerarşik bir ilişki kuracak ya da kişi kendini karşılıklı bağımlı (interdependent) bir ilişkiler dünyasının bir parçası olarak görecektir. Gilligan eril olarak nitelendirilecek bu ilk model ile dişil olarak nitelendirilebilecek ikinci modelin kişilerin ahlaki yargılarındaki yansımalarını incelemiştir.

Gilligan, bize ahlaki değerlendirmeler sırasında kullanılabilecek tek modelin Freud’un iddia ettiği biçimiyle katı, nesnel ve duygusal kaynaklarından bağımsız bir yargı anlayışı olmadığını göstermiştir. Daha ilişkisel bir benlik duygusu taşıyan kadınlar ahlaki yargılarında evrensel ve kişisellikten arınmış (depersonalized) soyut adalet, eşitlik, karşılıklılık kavramlarıyla düşünme eğiliminde değildirler. Bağlamı ve ilişkiselliği ön plana çıkaran bir yargılama biçimleri vardır.

Freud, bu iki ahlaki yargı modeli arasında varolduğunu iddia ettiği hiyerarşik ilişkiyi erkek merkezli bir varsayım üzerine kurmuştur. Ancak, eril ahlaki yargı modelinin daha üstün olmasını gerektiren hiçbir psikanalitik gerekçe yoktur. Sadece farklı ve o oranda da meşru olan kadınsı ahlaki yargı modeli hiyerarşik bir düşünce dizgesinde ikincilleştirilmiştir.

 

©  Mahan Doğrusöz


[1] S.Freud, “Three Essays on the Theory of  Sexuality” (1905), Elizabeth-Young Bruehl (ed.), a.g.e., s. 122.
[2] N. Chodorow, The Reproduction of Mothering, Berkeley: University of California Press, 1978, s. 145.
[3] Carol Gilligan, “Remapping the Moral Domain: New Images of the Self In Relationship”(1986), Claudia Zanardi (ed.), a.g.e., s. 484.
[4] J. B. Miller, “The Female Sense of Self”(1984), Claudia Zanardi (ed.)., a.g.e., s.440
[5] A.g.m., s.440
[6] N. Chodorow, “Gender, Relation, and Difference in Psychoanalytic Theory”(1980), Claudia Zanardi (ed.), a.g.e., s.427.
[7] A.g.m., s.430.
[8] C.Gilligan, In a Different Voice, Psychological Theory and Women’s Development. Massachusetts: Harvard University Press, 1982. s. 484.
[9] A.g.e., s.26.
[10] A.g.e., ss.26-27.
[11] A.g.e., s. 28.
[12]C.Gilligan, a.g.e., s. 28.
[13] A.g.e., s.28.