Menu
DENEMELER

Echonun Sessizliği ya da Narsisistik Aşkı Anlamak

William Waterhouse, Narcissus and Echo, 1903

William Waterhouse’un en sevdiğim resimlerinden birisi “Narcissus ve Echo”dur. Narcissus heybetli görüntüsüne aşık bir biçimde göldeki aksine bakmaktadır. Benim bu resimde en çok ilgimi çeken “ölümcül” bir hayranlıkla aynasına/göldeki yansımasına bakan Narcissus değildir aslında. Onu hüzünle izleyen “echo”dur. Echonun trajedisi narcissusa olan bağımlılığından kaynaklanır. Kendine ait bir sesi yoktur “echo”nun. Ses verebilmek için narcissus’un sesine ihtiyacı vardır. O sadece narcissusun sesini yankılayabilir, o kadar. Oysa kendi imgesiyle döngüsel, sonsuz ve ölümcül bir “aşk” yaşayan narcissus asla echonun yankılayacağı bir ses vermeyecektir çünkü narcissus kendi imgesiyle “dolu”, kendi imgesi çevresinde dönen sonsuz döngüsel bir evrende ve sessizlikte yaşamaktadır. Sesi yoktur. Narcissus’un içsel evreninde hiçbir “öteki” yoktur. Kendi imgesi dışında hiçbir kimseyi görmez. Dış dünyadaki sesleri duymaz. Narcissus’un “kendi imgesine aşık” içsel evreni çok ıssızdır aslında. Issız, “karanlık/ışıksız/sessiz” ve o oranda da mutsuz bir içsel evren. Mitoloji bize narcissusun akibetiyle ilgili bir yol haritası verir aslında. Narcissusun öyküsü ölümcül bir öyküdür. Kendi imgesinde, kendine duyduğu aşkta yok olup gider narcissus…trajik bir biçimde kendisini çevreleyen evreni ve ötekilerini göremeden…oysa “echo”nun akibetiyle ilgili söylenenler çoğu kişinin imgeleminde yer etmemiştir bile. Echo sesini yankılamak için narcissusun izinde sonsuz bir sessizliğe “mahkum” kalır…bu süreçte yitip gider ve geriye sadece bir “echo” bırakır. Ben narcissusun ölümünden çok, echonun sessizliği ile ilgileniyorum.

Mitolojinin gücü evrensel ve ebedi “arketipler” yaratma gücünden ya da var olan arketipleri “adlandırma” gücünden geliyor…

Mitolojiden esin alan psikanaliz narsistik eğilimli insana ve ona “bağımlı” ötekiye dair çok önemli ipuçları verir.

Narcissus ve Echo, Pompei, MS 45-79

Narsisismi Anlamak

Uzun yıllara yayılan klinik gözlemlerden yola çıkan psikanalitik kuram bizlere narsistik insanı anlamak için önemli bir yol haritası veriyor. Narsistik insan “narcissus” mitinde öyküleştirildiği biçimiyle kendi dışında hiçbir şeyi göremeyen ve duyamayan bir insandır.

Ruh sağlığı uzmanları arasında günümüzde narsistik kişilik bozukluğunun arttığına dair genel bir kanı var. Mitolojinin de narcissus ve echo’ya atfettiği cinsiyetler “tesadüf” değil aslında çünkü elimizdeki istatistikler narsistik kişilik bozukluğu olan popülasyonun çoğunun (dörtte üçünün) erkekler olduğunu gösteriyor bizlere.

Bense var olan istatistiklerle paralel olarak çevreme her baktığımda narsistik eğilimli erkekler ve onlara bağımlı echolarla/kadınlarla karşılaşıyorum.

Tünel’de şık bir kafede genç bir kadın ve erkek karşı karşıya oturuyorlar. Sarışın genç kadın güzel bir ayna…sürekli dinliyor. Karşısındaki erkek ise aynadaki yansımasına bakarak başarılarını, fikirlerini, hedeflerini anlatıyor. Echo sadece dinliyor…kafasını sallıyor, flörtöz bir biçimde gülümsemeyi ihmal etmiyor…erkek arkadaşına hayran hayran bakıyor…oysa erkek kız arkadaşının gözlerini değil, gözlerindeki hayranlığı görüyor…Ayna umarım kırılmaz diye düşünüyorum. Bu ilişkinin dayanıklılığı aynanın sürekliliğine ve “echonun” sessizliğini korumasına bağlı…

Narsistik eğilimlerin erkeklerde daha sık görülmesinin biyolojik alt yapısı son derece önemli. Oysa ben “narsistik” erkekler ve “echo” kadınlar yaratan bu toplumun ruhsal süreçleriyle yakından ilgileniyorum.

Kuram bizlere herkeste belirli bir oranda narsisizm –öz sevgi- olduğunu söylüyor. Oysa bu öz sevginin dozu arttığında ölümcül bir duruma dönüşüyor. Aşırı narsistik yapıya sahip insanlar en temelde başkalarının duygularını, onları mutlu eden ya da inciten şeylerin ne olduğunu hissedemiyor, diğerlerinin perspektiflerini anlayamıyor. Sadece kendi ihtiyaçları, duyguları ve düşüncelerini merkez alan çocuksu –ben merkezci- bir evrende yaşıyor. Ötekiler sadece kişinin kendi fantezilerini, arzularını, hedeflerini gerçekleştiren birer “araç”tan ibaret. Narsistik kişilik için diğerlerinin “bağımsız” birer varlığı yok. Narsistik kişilik için diğer insanlar kişinin arzu ve ihtiyaçları gidermek için var olan ve kolaylıkla da vazgeçilebilecek “öteki”ler…

Narsistik kişi karşısındaki kişiyle değil, onun tuttuğu aynayla ilgilidir. Sizin gözünüzdeki hayranlığı görür, gözlerinizi değil. Sizle değil ona sunacağınız onay, taktir, ilgi ve hayranlıkla ilgilidir. Gözünüzdeki yansıma değiştiğinde, onun yüceliğini aynı oranda aksettiremediğiniz oranda “başka” bir ötekiyle kolaylıkla ikame edilebilirsiniz. Çünkü narsistik kişinin evreninde siz yoksunuzdur.

Narsist kendinden menkul bir evrende yaşar. Her türlü ayrıcalığı hak ettiğini düşünür. Sadece kendi arzuları, ihtiyaçları ve dünya görüşleri çerçevesinde aldığı kararların sizi nasıl etkilediğiyle ilgilenmez. Hüznünüz, sevinciniz ve incinmelerinizle ilgili değildir. Sadece bu durumun ona yansımalarınla ilgilidir.

Narsistik eğilimli insanların yüzeysel bir duygu dünyası vardır. Olası bütün sofistike ve entelektüel görüntünün altında son derece çocuksu, ilkel ve yüzeysel bir duygu dünyası ve kurgusu yatmaktadır. Yakından bakma gücünü ve cesaretini bulduğunuzda çocuksu evrenin devleri ve cüceleriyle, ölümsüz hayatı, sonsuzluk iksiri, beyaz atlı prensleri, el değmemiş prensesleri ve yenilmez güçleriyle karşılaşırsınız. Çocuksu duygu dünyasıyla narsistik kişi herkesi alt ettiği, hakimiyet kurduğu, her şeyi yönettiği, acı çekmediği, herkesin ona hizmet ettiği, merkezde, iktidarda, ölümsüz ve kadir-i mutlak bir güce sahip olduğu bir hayat hayal eder…Siz onun duygu dünyasında belirli işlevleri yerine getirmek için var olan “nesne”lerden ibaretsinizdir. Aynanızla akis, güzelliğinizle onun hayranlığına katkı, zenginliğinizle emellerine kaynak yaratırsınız. Daha dayanıklı bir ayna, daha güzel bir kadın, daha zengin kaynaklar için vazgeçilebilirsiniz…Narsistik kişilik empati duymaz. Terk edilmenin, ikame edilmenin, dışlanmanın, önemsenmemenin sizde yarattığı duygularla ilgili değildir. Merhamet duymaz. Sizin duygularınızı ona engel çıkaran, boşuna zaman kaybına yol açan gereksiz “şey”ler olarak görür.

Narsistik kişiler içlerindeki duygusal boşluğu dışsal olarak gizlemekte son derece başarılı insanlardır. Güzel ve sevimli simaları, şık görünümleri, pahallı markaları, gösterişli arabaları, teatral konuşmaları arkasındaki “boşluğu” gizlemektedir sadece.

Narsistik kişiler “tamamen” iyi olduklarına inanırlar. İçsel evrenlerinde uyanan “olumsuz” duyguları “taşıması” için ötekilere yansıtırlar. Hiçbir şeyin sorumlusu olmadıkları gibi, olumsuz duyguları “kabullenip”, “onlarla yüzleşip”, “onları kabul etmek” yerine olumsuz duyguları başkalarına yansıtırlar. Narsistik insanlarla çok yakın temasta olan kişiler, onların depresyonlarını, kaygılarını “taşımayı” ve hatta “içselleştirmeyi” öğrenirler. Her şey zaten sizin suçunuz ve yetersizliğinizdir ve sonucunda oluşan duyguları da siz taşımak zorundasınızdır.

Narsistik kişiliğin en belirgin özelliklerinden bir diğeri de “aynası kırıldığında” ortaya çıkan narsistik öfkedir. Narsistler öfkeli insanlardır. Onlara itaat etmediğinizde, onları eleştirdiğinizde, “yüceliklerini” onlara yeterince aynalayamadığınızda, kendi duygu ve düşüncelerinizi ortaya koyduğunuzda, kendi varlığınızdan ve ihtiyaçlarınızdan bahsettiğinizde öfkelenirler… narsistik kırılganlıkları “duygusal” bir yapının göstergesi olarak görülebilir. Oysa narsistik kişinin duyguları size ya da dış dünyadaki hiçbir kimseye yönelik değildir. Sadece kendilerine yöneliktir.

Narsistik kişilik yapısındaki insanların en temel özelliklerinden bir diğeri de yas tutamamalarıdır. Yası doğuran kayıplardır. Her tür kayıp insanda yas yaratır. İnkar, öfke, depresyon ve kabullenmeyi içeren yas süreci son derece sancılıdır. Oysa narsist özellikleri ağır basan kişiler yas yaşamazlar. Sanki o kişi hiç var olmamış gibidir. “O” kişiyi rahatlıkla bir diğer kişiyle ikame edebilirler.

En temelde narsistler insani bir sevme kapasitesine, empati yeteneğine, yas tutma kapasitesine sahip olmayan “yalıtılmış”, “sığ”, “yalnız” ve “derinde son derece mutsuz” insanlardır. Sahip olmadıkları her türlü psişik enerjiyi “ötekilerin” duygusal kaynaklarını kullanarak yaratırlar. Hayatlarındaki kişilerin duygusal kaynakları tükendiği bir öteki kişiye geçerler.

Narcissus ve Toplumsal Cinsiyet ya da Ödipal Aşka Yeniden Bakış

İçinde yaşadığımız kültürde erkeklerde narsistik kişilik eğilimlerinin –dünya istatistikleriyle de paralel olarak- baskın olmasına hiç şaşmamak gerek. Evet, bu ülkede narsistik özellikleri ağır basan erkekler merkezde ve baskın olmak istiyorlar, kendinden menkul bir ahlak anlayışıyla kendilerine meşru gördüklerini  “karşı” cins için kabul edilebilir algılamıyorlar. Bağnaz bir “namus” anlayışıyla “ikiye böldükleri” psişik evrenlerinde her şeye hakkı olan erkeğin karşısına diyalektik zıttını yerleştiriyorlar ve buna karşı gelen kadınları “namus” adı altında cezalandırmayı hatta öldürmeyi meşru görüyorlar. Kadını “öteki”, “eksik” kendilerini ise “kadir-i mutlak” ve “merkezde” algılayan bu narsistik eril anlayış kadını sadece kendisini “aynalayan”, “tutan”, “kapsayan” bir nesne olarak görüyor. Aynı narsistik eril anlayış kadınları ikame edilebilir birer nesne olarak algılıyor ve kadının öznelliğini tanımıyor. Narsistik eril anlayışın baskın olduğu bu kültürde kadın ve erkek arasındaki ilişki özneler arası bir ilişki değil. Narsistik erkek ve onun narsistik uzantısı kadın arasında…

Bu çerçevede Türk kültüründe “cinsler arasında sevgi” olarak kodlanan şey aslında narsistik kuram açısından bakıldığında bir “tahakküm” etme biçimi. Sağlıklı sevgi “ötekinin” öznelliğini tanır ve onun sınırlarına saygı duyarak özneler arası bir ilişki kurar. Narsistik “sevgi” ötekini kendisinin bir uzvu ve uzantısı olarak görür ve onu “kontrol” etmek ister. Ötekinin öznelliğini, öznel seçimlerini, eğilimlerini kabul etmez…

Ipek Duben – Love Book

Bu çerçevede İpek Duben’in kavramsal çalışması “Love Book”u son derece önemli buluyorum. Duben bu ülkede patolojik eril narsisizmin alabileceği nihai şekil olan “psikopatiyi” gözler önüne sürüyor: eril olanın dişil üzerindeki, erkeğin kadın üzerindeki hakimiyeti. Türkiye’de kadına yönelik var olan şiddetin değişik formlarını gözler önüne sermesi açısından Love Book son derece önemli bir çalışma. İsmindeki “ironiyi” çok önemsiyorum ki bu ülkede şiddet “sevgi” kisvesi altında saklanıyor. Sevgi olarak kodlanıyor. Bahsedilen “narsistik aşk” ve “onun doğurduğu “narsistik kırılma ve öfke” olsa gerek diye düşünüyorum. Kadını değil kadın üzerindeki iktidarını, hakimiyetini seven erkek, “nesnesi” olan kadın “başka birisine” aşk/arzu duyduğunda ona şiddet uygulamayı ve hatta öldürmeyi meşru görüyor. İçindeki bulunduğumuz kültürün misojin yanı beni inanılmaz ürkütüyor.

Erkeğin yönelimli olduğu narsisizmi bu kültürde besleyen nedir? Bu bence çok temel ve önemli bir soru. Bu ülkedeki erkekleri her şeyin üstünde oldukları, merkezde oldukları, her şeye hakları olduğu, ayrıcalıklı oldukları duygusunu bu kadar güçlü veren nedir? Nasıl oluyor da ayrıcalıklı bir adaletleri var? Nasıl oluyor da kadını her anlamda bir nesne olarak görebilecekleri bir “üst ben” geliştiriyorlar.

Bronzino, Venus, Cupid, Folly and Time, 1546

Bu noktada aklıma Bronzino’un ünlü eseri “Venus, Cupid, Folly and Time” geliyor. Afrodit ve oğlu eros arasındaki ensestöz aşkı resmeden Bronzino ödipal aşka önemli bir gönderme yapıyor.

Freud en büyük aşkın anne ve oğlu arasında olduğunu dile getirir. 20 yüzyıl Vienası’nın ilk yıllarında ödipal aşkı kuramlaştıran Freud, bugünün Türkiyesi için de son derece önemli bir tespitte bulunuyor. Dişil arzunun ve her türlü formunun –görsel, sosyal ve duygusal olarak- baskılandığı bu kültürde kadının “arzusunu” yaşayabildiği tek alan annelik…eşini çoğu zaman seçemeyen ya da seçimlerini “arzunun” baskılanması olan “mantık” üzerine kuran Türk kadını hiçbir zaman karşı cinse yönelik tutkusunu dolayımsız, özgürce yaşayamıyor. Bugünün gittikçe yükselen ve kutsanan muhafazakarlaşma rüzgarlarıyla da paralel olarak “örtülen”, “gizlenen”, “baskılanan”, “yok sayılan” kadınsı arzu ifadesini “kontrol edilemez” bir güçle annelikte buluyor. Eşlerine aşık olmayan ve arzu duymayan Türk kadınları “oğullarına” aşık oluyor. Bu öylesine tutkulu bir aşk ki, oğlun yaptığı her şeyi “mübah” ve “meşru” algılıyor. Ona sonsuz bir “özgürlük” tanıyor, onu “kutsuyor”, onu sonsuz bir hayranlıkla “aynalıyor”…Oğluna merkezde olduğu, mutlak bir iktidara sahip olduğu, çok özel olduğu ve diğer herkesten ayrıcalıklı olduğu mesajını veriyor. Oysa dünyadaki diğerleri ve kadınlar ona hizmet etmek için var olan “ötekiler” sadece.

Hale Tenger – I know people like this, too

Bu çerçevede yıllar ince bianelde gördüğüm ve beni derinden etkileyen Hale Tenger’in en beğendiğim kavramsal çalışmalarından birine: “I know people like this, too”ya bir gönderme yapmak istiyorum. Tenger, inanılmaz bir cesaretle fallik narsisizmin bu ülkeyi nasıl çevrelediğini, şekillendirdiğini göstermek açısından son derece önemli bir kavramsal çalışma yaparak bizlere bir “ayna” tutuyor.

Kişiliğin şekillenmesinde en temel işlev annenindir. Anne, çocuğa dış dünyayı ve kendisini algılamak için bir yol haritası verir. Uzun yıllara yayılan terapi sürecinden sonra dahi bu yol haritalarının değiştirilmesi zannedildiği kadar kolay değildir. Freud’un dediği gibi “çocuk insanın atasıdır” ve erken çocukluk dönemlerinde edindiğimiz yol haritalarımız bizi bir gölge gibi bir ömür boyu takip eder. Bilinçdışı denilen olgu tam da budur. Sözün bile gelişmemiş olduğu dönemden itibaren annemizin kulağımıza fısıldadığı, gözleriyle, dokunuşuyla verdiği mesajlardan oluşur bilinçdışı.  En temelde içimizdeki annenin sesidir bilinçdışı…Bize ulvi, yüce, özel, faklı, diğerlerinden üstün, kadir-i mutlak olduğumuzu söyleyen annenin sesi…

Ben bu topraklarda erkeklerin bebekliklerinden itibaren kulaklarına fısıldanan sesin “çok tehlikeli” mesajlar verdiğini ve erkeklerde görülen patolojik narsistik eğilimleri beslediğini düşünüyorum…evet, bu ülkede annelerin oğullarına karşı duydukları aşkın gözü son derece kör ve kör edici…evet, bu topraklarda kadınlar karşı cinse yönelik aşka değil, “erkeklerle” son derece hesapçı, mantıklı hatta “aritmetiksel” bir ilişkiye inanıyor…Hatta, karşı cinse duyulan erotik arzuyu “pis”, “günah dolu”, “aşağı” olarak dışlıyor ve baskılıyor ve maalesef son derece “insani olan arzuyu” oğullarına “aktarıyor”.

Annelerin oğullarına duydukları aşk, onları o kadar merkezi, özel, farklı, üstün, ayrıcalıklı bir “tahta” oturtuyor ki, narsistik eğilimleri “bilenen” erkekler kendi varlıkları, ihtiyaçları, öncelikleri dışında kimseyi ve hiçbir şeyi görmez, duymaz ve algılamaz birer “narcissusa” dönüşüyor. Narcissus ve echo mitindeki gibi kendi imgelerine hayran bir biçimde yaşıyorlar.

Echonun Trajedisi

Narcissus mitinde narcissus baş rolde. Oysa echo sadece bir gölgeden ibaret. Aynen narsistik erkeklerle ilişki içindeki kadınlar gibi…Ben bu topraklardaki “echonun” trajedisiyle narcissusun konumundan daha çok ilgileniyorum. Bu topraklarda çoğu kadın “echo” rolüne doğumdan itibaren hazırlanıyor. Erkeği “idare” etmesi beklenen kadın aslında erkeğin “narsistik” eğilimlerini yeri geldiğinde “tutarak”, yeri geldiğinde “aynalayarak” yeri geldiğinde “kapsayarak” bir “ikame anne” olmak için yetiştiriliyor. Bu zannedildiği kadar kolay bir “görev” değil. Echo kendi sesinden vazgeçmek zorunda…Bu sembolik anlamda kendi iradesinden vazgeçmesi ve narcissusa bağımlı olmayı öğrenmesi demek…Kendi bağımsız algısını, bakış açısını, iradesini yok sayarak, narsistik uzantısı olduğu erkeğin ihtiyaçlarına, arzularına, bakış açısına, kararlarına öncelik vermesi ve kendisini bir “echo” pozisyonuna doğru “geri çekmeyi” kabul etmesi demek…

Oysa

Ben hala bu topraklarda her iki cinsin “özneler arası” bir ilişki kurabileceğine dair umudumu yitirmiş değilim. Kernberg, Aşk İlişkileri adlı kitabında, cinsler arasındaki “olgun aşkı” tanımlarken her iki cinsin karşılıklı olarak birbirlerine duydukları “empati”nin ve karşılıklı “idealizasyonun” önemini vurgular. Buradaki en önemli kavram bence “karşılılıktır.”  “Karşılılık” iki ayrı “özneyi” gerektirir. Ancak özne konumundaki iki ayrı “kişi” birbirine empati duyup, birbirini idealize edebilir. Bu çerçevede “olgunluk” bizim dışımızda ve bizden farklı bir ötekinin varlığını görebilmek, fark edebilmek ve saygı duyabilmektir. Olgun aşk tam olarak “ötekiye” duyulan sevginin ta kendisidir.

Ben bu süreci ivmelendirecek olanın “echo” olduğunu düşünüyorum. Narcissus asla kendisine aşık, ölümcül ve döngüsel uykusundan uyanmayacak. Oysa echo’nun narcisusla yaşadığı bu patolojik döngüyü kırma şansı var…Bu topraklardaki “echo” kadınlar kendi seslerini ve iradelerini geri kazanma cesaretini gösterdikleri oranda yeni, sağlıklı, olgun, “karşılıklı” ve yetişkin bir aşkı deneyimleme şansı edinecekler yoksa trajik ve hazin bu mitolojik senaryoya sonsuza kadar mahkum kalacaklar.

August Rodin, The Kiss, 1889

Ocak 2012  ©  Mahan Doğrusöz