Menu
DENEMELER

Bir Psikoloji Eğitimi Ütopyası Üzerine Çağrışımlar

“Köklerime dek bir meşale gibi yalımlar içindeyim.”

                                                                  S. Plath

 

Kendiliğin gelişimi, narsisistik kırılmaların tarihidir. Kendiliğin derinden yaralanmasına yol açan kırılmalar bütün bir ömrü içine alan “meselelerin” doğumuna gebedir. Slyvia Plath Elm/Karaağaç adlı şiirinde köküne kadar dağlanmaktan bahseder. Narsisistik kırılmalar bir kişinin bireysel tarihinin eksenini belirler. Çevresinde dönüp, durduğumuz, bizi kendisine çeken kaçınılmaz bir girdaptır söz konusu olan. İlerleyen ardışık zamana inat narsisistik kırılma deneyimi şu anda ve buradadır. Plath’in “köküne kadar dağlanma deneyimi” onu güçsüz bırakır. Nesnesizleşen, ıssızlaşan bir evrende içe dönüşün/içine gömülüşün tarihidir Plath’in ki. Plath artık yankıların ve gölgelerin evrenindedir. Kendiliği hedef alan her kırılma deneyimi öfkeyi doğurur. Bence Plath’in şiirsel ve sezgisel bir güçle ifade ettiği psişik bir ölümdür, kendinin ölümü, kendiliğin ölümü.

Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji linans öğrencisi olduğum dönemde büyük bir özdeşimle okuduğum bir şiirdi Plath’ınki. Plath içine çöken karanlıktan bahseder ve bu korkunç karanlığın habisliğinden; içine yer eden çığlıktan ve bu çığlığın geceler geceler boyu tutunacak bir “öteki”yi arayışından. Kendiliğin kırınganlığını, ilişkisel arayışlarını o kadar güzel ifade etmiştir ki Plath…

Plath’ın Karaağaç’ı ile özdeş olduğum günlerden bu yana zihnimde bir psikoloji eğitimi ütopyası şekillendi. İçinde bulunduğum gerçeklik ve zihnimin hayal edebildikleri arasındaki fark bütün psikoloji eğitimim boyunca devam etti. Hayal gücü çağrışımsaldır, ütopiktir, sınırsızdır. Gerçek yaşamın eylemlerinin önüne çektiği setlerden muaftır; özerktir. Gerçek hayatın tek düze ritüellerinin, obsesif kalıplarının, körleştirici sürekliliğinden yaratıcı bir kopuşu temsil eder. Ve bence hayal gücü sonuna dek anarşiktir.

İnsana dair ve İnsanlık için bir Psikoloji Eğitimi

Şiddet pozitivizmin bakışları aracılığıyla görülemez.

                                                                    R.D.Laing

Zihnimdeki ütopya ampiririzmin dar ve indirgemeci kalıplarının, ölçümlemeci ve nicelikleştirmeci obsesyonlarının ötesinde; insana dair ve insanlık için bir psikoloji eğitimi projesi. Bu antropolojiyle, felsefeyle, epistemolojiyle, sosyolojiyle, mitolojiyle, politikayla, kadın araştırmalarıyla, edebiyatla, psikanalizle organik bağları güçlü, ufukları geniş bir psikoloji eğitimi ütopyası. Psikanalize yöneltilen “yalıtışmış zihin” eleştirine paralel bir biçimde akademik psikolojinin yalıtılmışlığının, sonuna kadar apolitikliğinin, bu dünyaya dair olamayışının bir eleştirisi…

Laing:

“Toplumsal bilim araştırmalarının kuramsal ve betimleyici dili açık bir nesnel tarafsızlığı benimser. Oysasöz diziminin ve sözcüklerin seçimi gerçeklerin yaşantılandığı üslubu tanımlayan ve çerçevesini çizen politik bir eylemdir. Gerçekte bir anlamda ileri gider ve hatta incelenen gerçekleri yaratır. Araştırmanın datası pek de verili değildir, anlaşılması güç bir anlamlar matrisinden alınmıştır…Güvenilirlik çalışmalarının ve derecelendirme skalalarının değirmenlerine yollanan değişik miktardaki zahire, gerçekliğin üzerinde yaptığımız bir işlemin ifadesidir, gerçekliğin süreçlerinin bir ifadesi değil” der.

Laing’e paralel bir görüşü feminist bilim felsefecisi Grozs’da görürüz.

“Bütün metinler güç ilişkileri içinde belirli bir duruştan hareketle konuşurlar ve o duruşu temsil ederler…Değişik duruşları olan özneler değişik kuramlar üretecektir.”

Post-modernist söylem modernist bilim paradigmasının tarih ötesi ve tarafsız bilen bir özne anlayışını ve bununla paralel olarak nesnel bilim kurgusunu kökten bir biçimde sorgular. Oysa, akademik psikoloji post-modernist söylemin radikal bilim eleştirisinin kervanına katılmakta şaşırtıcı bir biçimde çekinceli bir tavır sergilemektedir. Bu durum bana “insansız ve insana dair olmayan” bir psikoloji üretme pahasına 19. Yüzyıl mekanistik bilim paradigmasıyla bağlarını koparamayan psikoloji biliminin bugünkü ironik durumu olarak görünüyor.

İnsanı laboratuardaki nesneler, kimyasallar ya da denek hayvanlarıyla aynı statüde algılayan akademik psikoloji insanı tarihselliği ve sosyal çevresiyle olan anlamsal ve ilişkisel bütünlüğünden yalıtarak indirgenmiş “hipotetik” bir insan modeli üzerinde çalışıyor. “Parçalanmışlığı” içindeki bu insan modelinden yola çıkarak bu dünyada var olan şiddeti ve güç ilişkilerini anlamamıza olanak olmadığını düşünüyorum. Sanırım bugün ihtiyaç duyduğumuz şey elimizdeki dataları ve o datalardan çıkan bilimsel sonuçları anlamsal bir temele oturtacak post-modernist metapsikolojilerin şekillenmesi. Post-modernizmin yutucu ve gelişmeyi engelleyici olarak eleştirdiği modernist “grand narratif”lere alternatif oluşturacak olan bu meta-psikolojilerin psikoloji içinde ihtiyaç duyduğumuz “anlamlandırma” ve “bütünleştirme” çabaları için önemli birer duygusal ve düşünsel harita oluşturacağına inanıyorum. Çünkü ben bilme eyleminin en temel motivasyonunun değiştirmek olduğunu düşünüyorum. Ne kadar çelişkili görünürse görünsün bu noktada sonuna dek modernistim. Bu dünyaya ve insana dair hiçbir değişimin müjdecisi olmayan ve hiçbir değişimi hedef almayan bir psikoloji biliminin sonuna dek işlevsiz ve anlamdan yoksun olduğunu düşünüyorum. Ve maalesef bugün üniversitelerde eğitimini aldığımız akademik psikolojinin ne böyle bir misyonu ve heyecanı taşıdığını; ne de yeni nesillere böyle bir motivasyonu aşıladığını düşünüyorum.

Psikoloji insana dair her şeyi nicelikleştirme obsesyonundan arındığı oranda insana dair kuramlar üretme potansiyelini içinde taşıyor. İnsana dair olan ve hiçbir zaman niceleştirelemeyecek ve niceleştirildiği oranda kendinden başkalaşacak olan yönleri ve derinlikleriyle insanı kabul ettiği oranda psikoloji bilimi daha fazla insana dair olacak. Sayılar, skalalar, grafikler sonuna dek insanca olan obsesif yanımızı doyuruyor ve belki de her şeyin anlaşılır, kontrol altında tutulabilir ve manipüle edilebilir olduğuna inandırıyor bizi. Oysa, akademik psikoloji insanı sezgisel, duygusal ve bilinçdışı yanlarıyla kabullendiği ve bir araştırma öznesi olarak gördüğü oranda, renkli, çok boyutlu ve insana dair olacak. Böylesi bir durum psikoloji biliminin narsisizminin büyüklenmeci yanını derinden zedeleyecek gibi görünüyor. Psikoloji bilimi inkar ettiği yetersizliği ve indirgemeciliğiyle yüzleştiği oranda diğer bilimlerden ve sanatlardan öğrenmeye açık bir bilime dönüşecek. Bu bakış psikolojinin bilimsel bulmadığı için ötekileştirdiği ve bilincinden olabildiğince uzakta tutmaya çalıştığı psikolojinin edebiyata ve sanata olabildiğince yakın ucunda duran psikanalitik kuramın, psikodramanın, gestaltın, transaksiyonel analizin de Winnicotçu anlamda kapsandığı bir bakışın habercisi.

Psikoloji Mezunlarının Psikolog Olduğu bir Psikoloji Eğitiminin Ütopyası

Tunç Devri

“Kaç yıl sonra başlayacağını henüz bilim adamlarımızın kesinlikle tespit edemediği tunç devri, halkımız için bir altın devri olacaktır…Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgahtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaktır.”

                                                                                                     Oğuz Atay

Bugün Türkiye’de psikoloji mezunlarının içinde bulunduğu trajikomik durum Oğuz Atay’ın ironik bir biçimde betimlediği durumu çağrıştırıyor bana. Oysa ben temel motivasyonlarının psikolog yetiştirmek olduğu psikoloji bölümlerinin var olmasını istiyorum. Aynen doktor yetiştirmek için kurulmuş olan tıp fakülteleri, hukukçu yetiştirmek için kurulmuş Hukuk fakülteleri, mühendis yetiştirmek için kurulmuş mühendislik fakülteleri gibi. Oysa, bugün Türkiye’de psikoloji bölümlerinin bir psikologun yetişmesi için gerekli olan bilgi ve beceriyi sunmalarını bir kenara bırakalım, öğrencilerini ne mesleki olarak yüreklendirdiklerini, ne de mesleki gelişim açısından yönlendirdiklerini düşünüyorum. Bu mesleği değişik alanlarda yürütmüş bir psikolog olarak alanda gördüğüm yıllar boyu süren ve belki de hiç sönmeyen “sanrısal yetersizlik sendromunun” kökenini eğitim sürecinde yaşantıladığımız bu narsisistik kırılmalara bağlıyorum. Psikoloji eğitimi alan kişilerin mesleki kimliklerinin ve özgüvenlerinin şekillenmesini sağlayacak olan en temel öğeyi eğitim sürecinde yaşanmasını umut ettiğim olumlu bir aynalanma ve desteklenme deneyiminin oluşturacağına inanıyorum.

Her ödipal tarih Freud’un betimlediği biçimiyle kanla yazılmak zorunda değil. Ne her baba filizlenmekte olan evladını ezeli ve ölümcül bir rakip olarak algılamak ve şekillenmemiş iktidarını iğdiş etmekle tehtit etmek; ne de her evlat bu acımasız döngüyü içselleştirerek ikircikli bir iktidarla yaşamak ve sonunda ironik bir biçimde babacıllaşmak zorunda değil. Kohut’un betimlediği daha yapıcı ve daha hümanistik bir ödipal tarih yazılabilir. Baba, evladının kendi olumlu gücüyle özdeşleşmesine izin verebilir. Freudcu kurguda kopuş, yarılma ve kırılma üzerine kurulu olan ve bir ömür kanayan bir yarayı şekillendiren ödipal senaryonun yerini evladının özgüvenini şekillendiren ve destekleyici bir baba figürüyle özdeşleşmeyi sağlayan alternatif bir ödipal senaryo alabilir.

Psikoloji eğitimlerimiz sürecinde yaşantıladığımız deneyimlerimizi bireysel bir ödipal tarih analojisi üzerinden okumak mümkün. Benim ütopyam öğrencilerini daha fazla kapsayan, “tutan”, aynalayan ve idealizasyona izin veren bir psikoloji eğitimi ütopyası.

Narsisistik kırılmalar bir kişinin bireysel tarihinin eksenini belirler. Çevresinde dönüp, durduğumuz, bizi kendisine çeken kaçınılmaz bir girdaptır söz konusu olan. İlerleyen ardışık zamana inat narsisistik kırılma deneyimi şu anda ve buradadır.

Ben, eğitim sürecinde yaşadığımız her türlü narsisistik kırılma deneyiminin bizi birer gölge gibi takip ettiğine inanıyorum. Alanda değişik sektörlerde yıllarca çalışan psikologların kendilerine “psikolog” diyemediklerine şahit oluyorum. Bu bence inanılmaz acı bir durum. Bir insan kaynakları uzmanı şöyle diyor: “Ben kendime psikolog diyemiyorum. Sadece psikoloji mezunuyum.” Pazar Araştırmalarında uzman başka bir psikolog: “sosyal psikoloji de mastırım var ama psikolog değilim” diyor.

İçimden ne ulaşılmaz meslekmiş bu diye düşünüyorum. Bu ne biçim bir ironi. Ulaşamadığımız, özdeşleşemediğimiz ne tür bir “büyüklenmecilik” söz konusu. Benliğimizin büyüklenmeci yanını kim, ne zaman yaraladı? Nasıl oluyor da bu kadar çok kırıldık?

Bir psikoloji eğitiminin mesleki yeterlilik için sağlaması gereken bilgi ve becerileri sunmasının gerekliliği bir yana, öğrencilerine mesleki bir kimlik, özgüven ve yetkinleşmek için cesaret ve inanç da sunması gerekiyor ve unutmayalım ki Kohutçu alternatif ve hümanist bir ödipal senaryo geliştirmeyi beceremediğimiz oranda öfke ve öç duygularıyla dolu, kanlı arkaik Freudcu bu senaryoya mahkum kalacağız.

Tunç Devri

“O zaman…yüreğimizi ezen bu sıkıntı, başımızdaki bu ağırlık kalkacaktır. O zaman bin yıllık saltanat başlayacaktır. Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha, bin yıl daha…”

                                                                                                                    Oğuz Atay

 

Bu yazı Mayıs 2001 yılında İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencilerinin çıkarmış olduğu Gizem Dergi’sinde yayınlanmıştır.

 Mayıs 2001 ©  Mahan Doğrusöz